Ankara’daydık bir hafta boyunca...
Köşe başlarında kurulan cadı kazanlarının altındaki ateşlerin şimdilik küllendiğini görünce birazcık mutlu olduğumuzu söyleyebiliriz.
Lakin yeni arayışların toplantıları da hız kazanmış durumda. Pozisyonlarını kaybedenler vakit kaybetmeden bir yerlerin önünde ve arkasında yeni pozisyon kapabilmenin peşine düşmüşler bile...
Siyasetçi diye geçinenler siyasetten geçinmeye hâlâ devam ediyor.
Tek sermaye; düşün, konuş, yaz...
Nasıl olsa dün ne düşündüğünüzü, ne konuştuğunuzu ve ne yazdığınızı hatırlamıyor!
***
BM Sözcüsü Spindler açıklıyor:
- Akdeniz’de son beş günde 700 sığınmacı ölmüş olabilir, 13 bin kişi de denizden çıkartıldı...
“Bu son olsun” diyen şarkılara inat sürüyor savaşlar hâlâ...
Ve insanlar denizlerde boğularak ölmeye.
Arap Baharı ile başlayan sürecin ve getirileceği söylenen demokrasinin milletleri düşürdüğü resim bu.
Trenler insanları uzaklara götürmeyi unutarak gelip geçiyor yıkılmış şehirlerin kenarından...
Nehirlere kan damlıyor usulca...
Antalya’dayız... GS-FB Ziraat Türkiye Kupası maçı için geldiğimiz Antalya’da birkaç gün daha kaldık...
“Spor; kitleleri buluşturuyor” diyorlar.. Bizde ise kutuplaştırmanın ilk adresi spor, ikinci adres ise siyaset...
Büyük kalabalığın yaşama sevdası, günlük hayatı ya siyaset ya da futbol olmuş.
Taraftar, kendini kaybedip ortalığı yangın yerine çevirirken, hayatının büyük bir kısmını futbolla anlamlandıranlara diyoruz ki; kaybetmeye de alışmalıyız.
BJK yönetiminde olduğum süreçte futbolcu psikolojisine şahit oldum. Deplasman maçından kaybederek döndüğümüzde yöneticilerin ağzını bıçak dahi açamaz iken, uçağın arka kısmında milyonlarca euro’ya transfer edilen futbolcuların çok keyifli hallerini gördüğümde oldukça şaşırdığımı hatırlıyorum.
Profesyonel demek galiba bu işte, demiştim kendime.
Duygularından arınmış olabilmek de profesyonelliğin birinci kuralı olsa gerek.
***
Ankara’daki siyasi dalgalan-maların ve gri günlerin sona ermesi önemliydi...
Ve perde arkası oyunlara yenik düşülmeden olası siyasi bir kriz önlendi.
En başından beri, Binali Yıldırım’ın Başbakanlık koltuğuna oturması gerektiğine inananlardan biriydim.
İDO Genel Müdürlüğü’nden beri kendisini tanıdığım, sevdiğim ve hatta bir ağabey gibi gördüğüm, inandığım biri...
Daha ötesini de yazmak isterdim ama methiye de, ağır eleştiri de haddim değil...
Bizdeki medya cambazlarının sürekli düştüğü durumun çok uzağındayım.
Ülkeye üç kuruşluk bir faydası olmayanları, sabahtan akşama kadar Cumhurbaşkanı’na, Başbakan’a ve bakanlara akıl vererek ya da küfrederek geçinenleri ise hâlâ anlayabilmiş değilim..
ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü John Kirby, Washington’da düzenlediği günlük basın toplantısında, Türkiye’deki her gelişme karşısında sürekli açıklama yapıyor...
Yapmazsa içimizdekiler küsüyor...
Rusya, Çin, Hindistan’a dair bir kelime yok, varsa da biz bilmiyoruz, sonuçta Kirby’nin tek derdi Türkiye...
Ergenekon, Balyoz, Şike gibi kurgu operasyonları karşısında “Türkiye’deki hukuki süreci sonuna dek izleyecekleri” ifadesiyle yetinen ABD ve AB ülkeleri, artık kuş uçsa, sözcüler hukuki süreçleri izlemekle yetinmekle kalmıyor ve davalara hemen müdahil oluyor ve sert açıklamalarda bulunuyor...
Son üç yılda gelişen olaylara ilişkin sorulara verdiği yanıtlarında, Türk hükümetine adil yargı ve hukuk önünde eşit muamele ilkesine uyma çağrısı yapan Kirby, kibirli ifadeleriyle bu ülkenin iç işlerine sürekli müdahale ediyor...
***
Ne hikmetse, bu ülkede kimsenin sesi çıkmıyor!
Kendini ifade etme biçimi stratejisiyle başlayan sosyal medya serüveni gittikçe yerini ilkesiz sunuşlara bırakıyor ve biraz daha sosyal bataklığa doğru kayıyor.
Kentlerin arka sokaklarında karanlıkta yürümeye benziyor.
Elinde hançerle dolaşan birinin her an bir köşeden çıkma ihtimalinden daha yüksek bir ortamda gezindiğimizin farkına vardığımızda, belki her şeyi eski ayarlarına döndürmek için çok geç kalmış olacağız.
Maskeli ve isimsizlerden oluşan meçhul kalabalıklar Alamut Kalesi’nde buluşan Haşhaşiler gibi kelimelerin suikastçılığına soyunmuşlar...
Oysa, laf teröristliğinden bir adım öteye gidemiyorlar.
***
Karşı kültürün değerlerine, inançlarına, fikirlerine saldırmakla kendi kültürlerine daha güzel duygular yüklediklerini sananlar büyük bir yanılgının hâlâ farkında değil.
Kendine ateş açarak kendini vuran agresif bir stratejinin geri dönüşü hesaplanamıyor...
Küçük, sakin ve ıssız bir sahil kasabasında yaşamaktan daha güzel bir hayal kalmamış kimsede. Artık, trafikteki geçiş süreci altı saate çıkınca, yaşadığın kente yabancılaşıyor ve bıkıp usanıyorsunuz...
Ve o küçük kasabayı aramaya başlıyorsunuz...
Ve ezber bozan yığınla radikal teklif geçiyor aklımın ucundan; emeklilerin İstanbul’u terk etmesi, TIR, kamyon ve otobüslerin gece 24 ila 06 arası giriş-çıkış yapması, üniversiteler, fabrikalar dahil hepsinin başka kentlere taşınması gibi...
İnsanın bir çakıl taşı kadar değerinin olmadığı bu kentlerde yaşayanlar bilmeli ki; ne kadar insan varsa hayatımızda, bir o kadar dağ var sırtımızda demektir...
Mesele, taşıyabilmek değil; sırtımızda tırmanışa geçenlerin belirsiz vakitlerde yanardağa dönüşmelerinden ve ateş dağlarını taşımaktan yorgun düşüyoruz, bu yüzden de hayata küsüyoruz.
Ve kara-ak ciğerlerimizde yığınla kara delikler açılıyor...
***
Beşiktaş’ın şampiyon oluşuna sevindik...
Ve aynı zamanda BJK’ın eski bir yöneticisi olarak şampiyonluğa sevinişimizin birkaç farklı noktası daha var...
Bunu da anlatabilmek için biraz geçmişe dönmek durumundayız.
Guti, Almeida, Queresma, Simao ve teknik adam Bernd Schuster’in transferiyle yola çıktığımız günlerdi.
Sporun skordan, yani sportif başarıdan ibaret olduğunun ötesine bir adım dahi geçemeyen duyguların hakim olduğu süreçlerde hemen herkesin kariyeri sorgulanır hale gelir...
İşte o günlerde seyirci ve spor medyasının ağır eleştirilerine tahammül edemeyenlerin yüzünden dolayı Schuster görevinden ayrıldı.
***