Cuma günü, İpin ucundakiler başlıklı yazımızda İslam coğrafyasındaki terör örgütlerini dünyanın başına bela edenlerin Amerika, İngiltere ve Suudi Arabistan olduğunu yazmıştık...
Ve uzun yıllar CIA’da görev yapan Özbek asıllı Ruzi Nazar’ı anlatan Enver Altaylı’nın kitabındaki analizleri de iddiamızı güçlendiriyor. Rusya’yı yenebilmek uğruna Afganistan’da başlatılan projenin -bize göre kahraman olan Mücahit’lerin- bir gün dünyanın başına bela olabileceğini ve kan kusan terör örgütlerine dönüşeceğini de kimse hesaplayamamış!
Artık, İslam coğrafyası bu gerçekle yüzleşmelidir.
***
Enver Altaylı, Afganistan’da Vehhabiliğin desteklenmesinden ve CIA’nın işbirliğinden Ruzi Nazar’ın rahatsız olduğunu, bu yüzden Gulbeddin Hikmetyar’a Amerika tarafından yardımlar yapıldığını dahi kestiriyor.
Selefiyeci radikal dini akımların Türkistan’a verdiği zararları bilen Ruzi Nazar’ın CIA’nın Afganistan’da Vehhabilerle işbirliğine çoğu zaman engel olamadığını da yazan Enver Altaylı, ateist Sovyet İmparatorluğu’na karşı bütün İslam ülkelerinin desteklediği savaş, yanı cihat o dönem ABD’nin işine geliyordu, diyor...
20 bin Arap savaşçının yani ‘Mücahit’ kılıklı kişilerin CIA’nın lojistik, silah,
Karıncaların dahi belki de isyan ettiği kanlı günlerden geçip gidiyoruz, meçhul bir yere doğru...
“Unutmak bir özgürlüktür” diyen şairin sözüne teslim olmuş, günlük yaşayan bir dünya kamuoyuyla karşı karşıyayız...
Ve adeta herkes seyirci...
Geçmişi unuttuğumuzdan dolayıdır ki varılması gereken yere gidemiyoruz.
Mübarek bir ayda dahi; Medine, Bağdat ve İstanbul’da intihar bombacıları kendini patlatıyor ve intihar saldırıları düzenliyorsa, herkes geçmişi bir daha hatırlamaya mecburdur.
“Geçmişi hatırlayanın bir gözü kör olsun” diyen Stalin’e bir kez daha inat, Soljenitsin gibi “Unutanın da iki gözü kör olsun” diyerek haykırmalıyız...
Ve buraya nasıl gelindi? sorusunun cevabını bulmalıyız...
Dışımızda yaşanan gelişmeleri izlemekle yetiniyoruz. Çünkü perde arkasındaki gerçekleri bilmiyoruz...
Batı’nın geçmiş yıllardaki kirli ittifak ve paylaşım alışkanlığını biliyoruz, bu yüzden de kimin kârlı, kimin zararlı olduğunu anlamaya çalışıyoruz...
Türkiye’de gizli antlaşmalar ve anlaşmazlıklarla ilgili ciddi bir çalışma bugüne kadar yapılmadı. Prof. Dr. Azmi Özcan’ın “Osmanlı Mülkünü Paylaşım Planları Üzerine Düşünceler (Gizli Antlaşmalar 1914-1921)” isimli çalışması dışında...
İngiliz tarihçi James Barr, beş yıl önce yazdığı “Line in the Sand: Britain” isimli eserinde İngiltere ile Fransa’nın Osmanlı topraklarını nasıl paylaştıklarını yazmıştı...
***
Barr, eserinde, Fransa’nın Suriye’nin tamamını, Lübnan’ı, Adana ve Mersin bölgesini alacağını yazıyor...
Bağdat ile Basra arasında kalan Irak toprakları ile Akdeniz’e açılan Hayfa Limanı’nın da İngiltere’nin olacağını belgelerle gün ışığına çıkartmıştı .
Cuma günkü yazımızda, İngiltere’nin referandumun sürpriz sonucuyla AB’den ayrılacak olmasının sonuçları üzerine bazı soruları sormuş ve John Major’un dar kapsamlı buluşma toplantısına katılan değerli bir dostumuzun anlattıklarını aktarmıştık...
Ve Major’un çizdiği karamsar tablodan bahsetmiştik...
AB’den kopmanın asıl İngiltere’yi dağıtabileceğinin altını çizen Major’un, Kuzey İrlanda ve İskoçya’nın bağımsızlıklarını ilan edebileceğini ve bunlar arasındaki serbest dolaşım, vize, gümrük sisteminin başlamasının daha büyük sorunların habercisi olabileceğini söylediğini iletmiştik.
***
AB’den kopmanın ardından Londra’nın finans merkezi olma özelliğinin de kaybolma riski bulunduğunu, yerini ise Frankfurt’a bırakabileceğini belirten John Major, göçmenlere karşı gösterilen tepkinin ülkeyi kendi içine kapanmaya mahkum ettiğini de söylemiş...
Dostumuz, Major’un referandum öncesi yaptığı analizlerindeki risklerin referandum sonrasıyla başlayan yeni süreçte isabet yüzdesini görebilmek için zamana ihtiyaç olduğunu söyledi..
***
“Arap Baharı” organi-zasyonu ile Arap Birliği’ni dağıtmayı, açık pazar ülkeleri haline getirmeyi isteyenler şimdi de AB’yi mi dağıtıyordu...
AB içinde “Truva Atı” rolünü bugüne kadar başarıyla oynayan İngiltere masayı dağıtarak yuvasına mı dönüyor, yoksa AB içerisinde gerçekten istenmiyor mu ya da kendi evindekilerinin hüsranına uğrayıp arkadan mı hançerleniyordu gibi soruların cevapları dünya kamuoyu açısından hâlâ büyük bir meçhul...
Türkiye’de ise her konuya sonuçlardan yola çıkarak analiz yapma hastalığına bulaşan gazeteci, yazar, stratejist, akademik kadro ve siyasetçilerin sayısı o kadar çok artıyor ki bu koroyu dinleyerek önceden nelerin olabileceğine dair bir şey öğrenebilmek oldukça zor...
Ve ne hikmetse bu koro her zaman kamuoyu oluşturabiliyor...
Kısacası, bu ülkede de, müzik bitene kadar herkes dans etmeye devam ediyor...
Bu koro, gerçeğin bin menzil uzağında gezinse dahi, birileri çıkıp da bunlara hesap soramadığı için gerçekten ne olduğuna ve bittiğine dair kimsenin geleceğe yönelik bir fikri yok.
Yani İngiltere’nin AB’den ayrılmasının ne anlama geldiği, Türkiye’nin bu durumdan zararlı mı, kârlı mı çıkacağı konusunda yapılan yorum ve yazıların gerçeklerin çok
“İstanbul er ya da geç bizim olmalı” sözü ünlü Rus romancı Dostoyevski’ye ait...
Bir Yazarın Günlüğü adlı eserinde İstanbul konusuna değinen Dostoyevski’yi bu ülkede bilmeyen yok.
Okullarda ise öğretmeyen öğretmen de yok gibi.
Ve de kitapçılarımızda bütün eserleri klasikler köşesinde başköşede durmakta.
Ne hikmetse, herkesin dilinde de “Suç ve Ceza” romanı...
Okuyan, okumayan da “suçluluk” kompleksinden olsa gerek hemen herkes “okudum” diyerek söze başlıyor ve biz bu süreçlere de hemen her gün etrafımızdakiler sayesinde biliyoruz.
Peki, İstanbul ile ilgili sözlerini biliyor muyuz?
Çocuklarını sevmeyen kentlerde yaşamayı hiç sevemedim.
Avrupa’nın birçok kentini dolaştığımızda çocuklarını ve annelerini seven kentler olduğunu hemen görüyoruz.
Lunapark-larındaki sayısız eğlence parkurlarında çocuklar çocukluğunu yaşıyor adeta.
Bizdeki parklarda ise daha bir tane atlıkarınca parkuru göremedik. Neden? diye de çok sorduk kendimize.
Silivri sahilinden Büyükçekmece’ye kadar geldiğimizde ise bir tek atlıkarıncanın olmadığını ve çocuklara tahsis edilen oyun parkını da bulmakta zorlandığımızı söyleyebiliriz.
Ve Beylikdüzü sahilinden Sirkeci’ye kadar geldiğimizde de farklı bir durumla karşılaşmadığımızı da...
Parklar büyüklere göre dizayn edilmiş.
Euro 2016 hayalimiz, umudumuz bitti..
Eve dönüş yolunda, belki de hemen herkes kendince kaybedişimizin nedenlerini sıralıyor..
Yüzlerce neden bulunabilir ama asıl mesele birinci nedeni bulabilmektir.. Bize göre birinci nedeni, yabancı futbolcu oynatma alışkanlığımız ya da hastalığımızdır..
Paris’ten eli boş dönme nedenimizin ana nedeni, kendi futbolcumuzu yetiştirmenin uzağında olmamızdır..
Ve gittikçe de uzaklaşmaktayız..
Uluslararası deneyimi olan yerli futbolcu eksikliğimiz de başka önemli bir nedenidir..
Ve artık ülkemizde futbolu kurumsallaştırmalıyız..