Devekuşu ülkesi

26 Kasım 2002


<#comment>Terim, Fiorentina’nın başına geçip, Lazio maçına kadar takımıyla başarılı sonuçlar aldığında bu topraklardaki zafer havasını hatırlıyorum. Bir Türk "sıradan" bir İtalyan takımının başına geçmiş, onu Serie A’da koşturuyordu. İmparator’un yaptığı iş gerçekten hoştu. İtalyanlar için heyecanlı bir oyun oynatıyordu takımına. Floransalılar da çok mutluydu. UEFA ilk turunda elenilse de gerçekten güzel işler oluyordu. Ama biz tabii ki abarttık ! Hemen, olup biten her şeyi Terim’e bağladık. "Sıfırdan, ucuz bir takım yarattı ve İtalya’ya meydan okuyor" dedik. Halbuki Fiorentina daha bir sene önce Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek finalin kapısından son anda dönen takımından sadece Batistuta’yı kaybetmişti. Arsenal’i deplasmanda yenebilmiş bir takımdı. O yıl Fiorentina Başkanı Vittorio Cecchi Gori, Batistuta’yı sattığı için ölümle tehdit ediliyordu. Terim sanıldığı gibi Fiorentina tarihinin en başarılı takımını yarattığı için değil, oynattığı spektaküler oyun ve başkanla girdiği çatışma sayesinde taraftarın sevgilisi oldu. Ve sanıldığı gibi o takım "sıfır" da değildi. Batistuta, Effenberg ve Brian Laudrup’u aldıkları ve küme düştükleri 90’ların başından bu yana en kapsamlı, en yüklü

Yazının Devamı

Veselinoviç günleri, yeniden

19 Kasım 2002


<#comment>Fenerbahçe’nin son üç haftada ligde aldığı sonuçlar ve onu bu sonuca götüren futbolu, eski yaldızlı, şaşalı, parlak yerel Sarı - Lacivertli kimliğe dönüş gibi. Hele, arada Panathinaikos karşısında uğranılan 4 - 1’lik yenilgiyi de bu tabloya dahil ettiğinizde, her şey yerli yerine oturuyor.
Fenerbahçe artık, "yeniden" bir yerel futbol sirki. Muhteşem gösteriler sergileyen bir yerel gösteri... Futbolun Sultanları...
Bu futbolun temel şartları var. Dikine, bazen uzun toplarla, bazen uzun driplinglerle, az paslı ama öz paslı, bol çalımlı ve şutlu, orta sahada oynamayı sevmeyen bir futbol bu. Bu futbolun, intihar eden bir Galatasaray, 5 kişiyle adam adama savunma yapan Samsunspor ve tarihin belki en kötü Bursaspor’u karşısında aldığı farklı, tarihi sonuçlar dikkat çekici. Ama basit bir alan oyunu uygulayan, ortalama bir Avrupa takımı olan Panathinaikos karşısında hiç işe yaramaması çok daha önemli. Ve asıl üzerinde durulması gereken de bu. çıkıp "Ama o maçta Fenerbahçe çok şanssız goller yedi" diyebilirsiniz. Evet... Ama sorun zaten bu değil. Sorun, Fenerbahçe’nin çok basit bir alan savunması yapan, sahanın tamamını kullanabilen bir takım karşısında gol dışında bir

Yazının Devamı

Bunun adı küfür değil

12 Kasım 2002


<#comment>Vatan Gazetesi ‘Rüştü’nün eşine iğrenç küfürler edildi... O küfürleri yayınlamıyoruz’ diyerek veriyor rezilliğin haberini. Çoğu gazetede benzer şekilde yer alıyor olay. Hemen tüm gazetelerin çalışanları söylenenler üzerine şoka girmiş belli. Binlerin ağzından çıkan iğrençliği nasıl vereceklerini bilememişler. Bir tek Fotomaç veriyor bu rezilliği kelime kelime...
Her spor sayfasında iğrenç küfürlerden bahsediliyor. Yanılıyorlar... O ağızlardan çıkan küfür değildi. Argoda dünya şampiyonu olan Türkçe’nin bile karşılığını bulamadığı lağım gibi bir şey söylenenler. Hangi sınıfta olduğunu adlandıramıyoruz. Bu ağır hakaret değil, küfür değil. Bir ‘şey’...
Öyle ki gazetelerimizde vermeye utanıyoruz. Noktalayarak verilebilecek gibi de değil. Çözümsüz bir durum gibi. Verseniz büyük infial olacak. Ama vermeli. Hem de mümkünse manşetten vermeli. Görenler duyanlar, aklını kaçıracak gibi olmalı. Sarsılmalı insanlar... Bu olup bitene inanamamalı... Ve hesap sormalı.
Çünkü 10 Kasım Pazar akşamı, bir Ramazan günü, belki yarısı oruç tutmuş, belki bir kısmı teraviden çıkıp gelmiş binler, Samsun 19 Mayıs Stadı’nda şöyle bağırdı dakikalarca: ‘Rüştü Işıl’ı kaça satarsın!!!’

Yazının Devamı

Kayıp derbi

5 Kasım 2002


<#comment>Türkiye’de bazı şeyleri eleştirirken en çok kullandığımız klişeler herhalde: "Dünya’nın neresinde var bu" ya da "Avrupa’da bu işi böyle yapılmıyor" olmalı. Aslında toplumsal olarak zihin yapımızı da anlatır bu. Sürekli dünyanın tamamı saydığımız batıyı her konuda örnek alma güdümüzü. Hemen her alanda, her düzenlemeyi, toplumsal özelliklerimize uyup uymadığına bakmadan ya da bunun bizim bir zenginliğimizi zedelediğini önemsemeden Avrupa’dan indirmiyor muyuz ? Bu zihniyet, modern Türkiye’nin zihinsel üretimini en çok engelleyen cümlesini bayrak yapıyor: "Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok!"
Bu toprakların tartışmasız en büyük spor olayı da bu zihniyete kurbandır. Bu zihniyet (alfabetik sırayla) Fenerbahçe - Galatasaray derbisinin en önemli özelliğini yıktı. özellikle Galatasaray’ın başarılarıyla adını dünyanın en her yerinde duyurmasının ardından, köklü derbimizin de dünya çapında bir üne kavuştuğunu söylemek gerekli. Bu derbi futbol alanında en çok övünmemiz gereken spesiyalitemizdi. Ve bu spesiyaliteye asıl lezzetini veren sos yok artık. Bu sos, bu derbiyi dünyadaki benzerlerinden ayıran eşit tribün paylaşımıydı. Ne Glasgow’da, ne Milano’da, ne Londra’da, ne

Yazının Devamı

Kim kimin arkasında?

29 Ekim 2002


<#comment>Pazar akşamı Ankara’daki Fenerbahçe’de herkes iki oyuncuyu seyretti. Fenerbahçe’nin orta sahadaki tüm toplarını kullanan Ortega ve Ceyhun. Herkes bu iki oyuncuyu seyyretti ve kandı. Hem de nasıl.
Başta, topu ayağına her alışında kalabalıkların arasına dalıp, sarsak fauller kovalayan Ortega geliyor. Arjantinli topa yapışıyor. Sahipleniyor. Onun sahanın her hangi bir yerinde tek pas yaptığını, değil pazar günü ligin başından bu yana gören oldu mu Allah aşkına? Ayağına gelen her topta Gençler savunmasının yerleşene kadar harekete geçmiyor. Sonra Ceyhun... Topu kendi ceza sahası önünde dahi alsa depara kalkıyor, amaç herkesi peşine takmak 80 metre koşup, gidip bir şut çekmek. ikisi de çok becerili oyuncular. Top ayaklarına geldiğinde herkes heyecana kapılıyor. Mutlaka 20 denemede 1 - 2 kez başarı sağlıyorlar. Ve bu düşük oranlı başarı gerçekleştiğinde öyle şık bir şey oluyor ki ayağa kalkıp alkışlayası geliyor insanın. Ama gerçekte bu o kadar kötü bir kullanım ki! Bu heyecan yüzünden Fenerbahçe’nin bir takım olmaktan ne kadar uzak olduğunu göremiyoruz. Maçın ikinci devresinde bu iki oyuncunun; Ceyhun’un müsait durumdaki Ortega’ya vermediği bir pas yüzünden nasıl

Yazının Devamı

Terim’in dedikleri

22 Ekim 2002


<#comment>Terim’in, bazı oyuncuları kazanmak için sistemine ihanet ettiği itirafı ve "Kopenhag’ta bıraktığımız Galatasaray’ı ben de özlüyorum" açıklaması bir dönüşü, tutmayan bir planın lağvedilmesini anlatıyor kanımca. Kurulan yeni Galatasaray’ı, sezon başından bu yana sergiledikleri oyunla, hücum yetenekleri daha fazla olan oyunculardan kurulu bir şov takımının ilk adımları olarak değerlendiriyorduk. Sanırım Terim bundan vazgeçiyor!
Peki tutmayan ne? Terim sezon başından bu yana hücumu dolaylı olarak 3’lü bir hatla oluşturdu. İkili savunma göbeği ise oldukça ileride kuruluyordu. Her zamanki gibi oyunu dar bir alanda oynamak, bütün takımı sürekli oyunun içinde tutmak istiyordu. Bunu yaparak, yine eskisi gibi "bütün bir takım" oluşturmayı hedefliyordu belki ama, tek bir farkla. Amaç, bu kez rakibi bozmayı hedefleyen bir takımdan çok, oyunu açmayı iyi bilen, topu kontrol eden bir ekip oluşturmaktı. Bu zor iştir. Ve müthiş risk demektir. Ve bu riski alabilmek için kanatlardaki oyuncular başta olmak üzere orta alan ve hücum elemanlarının tümünün belli bir üst standartta çift yönlü oynayabilmeleri şart. Bu da yetmiyor, çok hızlı ve takım olarak çok uyumlu hareket etmek

Yazının Devamı

90 DAKİKA

17 Ekim 2002


<#comment>İki şokla başladı maç. Önce milli marşlardaki. Liechtenstein ulusal marşı okunurken, eğer oyuncuların eşlik ettiklerini görmesem büyük bir rezalete imza attığımızı düşünebilirdim. İngiltere ulusal marşının çalındığından emindim zira; "Tanrı kraliçeyi korusun". Sonra öğrendik ki, çok benzermiş iki marş. Çoktan da öte aslında... Öyle ki; İngiltere ile oynayacakları maçta tek marş çalınabilir.
Futbolla ilgili şok ise henüz ilk dakikada kalabalık şekilde kalemize inişleriydi. Devamı 4’te geldi. Frick’in aşırtma şutu 32 bin seyirciyi ayağa kaldırmış olmalı. Tabii tribündeki bir o kadar seyirci de derin bir "ohh" çekti. Bu sayı staddaki seyircinin sayısı değil. Liechtenstein vatandaşlarının sayısı. Çok heyecanlanmış olmalılar. Ama şok çok sürmedi. Kalabalık ve iyi yerleşiyor görünen rakip savunma 7’de basit bir Nihat - Emre verkaçında darmadağın olunca, Okan’a düşünüp, rahat vuracak pozisyon doğdu: 1 - 0
Sonra tam anlamı ile 2 - 4 - 4’e döndük. Rakip ise beşli savunma önünde dört "ön liberolu" bir orta saha ile kalesini koruyordu. Buna rağmen ilk yarı sonuna kadar kaleye 11 şut atmayı başardık. 14’te Ümit Davala ve 23’te İlhan ile gelen iki gol, çok büyük farkın

Yazının Devamı

İyi tarafı da var

15 Ekim 2002


<#comment>Cumartesi akşamı erkenden yenik duruma düşmemizin, çok pozisyon vermemizin, istediğimiz oyunu oturtamayışımızın üzerinde konuşulacak, eleştirilecek çok şey var kuşkusuz.
Dünya üçüncüsü bir takımın böyle oynamaması gerektiği fikrinden hareketle, eleştirilecek çok yön var. Yerimiz dar, bunlara girmeyelim. İşin tersinden bakalım biraz da.
Rüştü şöyle diyor: "İlk yarı üç gol yesek ikinci yarı dört tane atacak gücümüz vardı." Bu sadece Rüştü’nün fikri değil, tribündekilerin, TV başındakilerin, herkesin düşüncesi buydu. Ve en önemlisi rakibin, Makedon oyuncuların da fikri buydu. Yani, belki Dünya üçüncüsü böyle oynamamalı ama işte böyle güven vermeli ve rakibi de böyle korkutmalı. Bu hoş bir inançtır. Erkenden gol yediğiniz, dengeyi sağlamaya çalışırken 5 kez golle burun buruna geldiğiniz bir maçta hala rakibinizin ayaklarının titremesi ve sizin maçı kazanacağınıza olan büyük güveniniz. Ve sonuçta oyunu kontrol ettiğiniz bir ikinci devrede, rakip sadece 2 kez kalenize gelebiliyor. 2-1’den sonra ise yenilgiyi açık seçik kabulleniyor. Bunlar güzel şeyler. Bugüne kadar alışık olmadığımız durumlar.
Ve bu durumu sağlayabilen, bu güveni sürdürebilen bir takıma sahip

Yazının Devamı