Milli Takım Sakarya’ya !

10 Eylül 2002


<#comment>Mete sağdan giriyor, ara pasında Müjdat kontrol edip, savunmanın arkasına sarkıtıyor topu, Doğan Seyfi gelişine vuruyor gol. Türkiye 4 - Slovakya 0.
Böyle bir gol olmadı. Olabilirdi. Kader izin vermedi. Ya da trafik canavarı mı demeli ? Hatırlarsınız, Samsunsporlu Mete ve Müjdat umut vaat eden genç ve milli futbolculardı. Bugün ikisi de A Milli Takım’da olabilirlerdi. İki ayrı trafik kazasında hayatlarını kaybettiler. Doğan Seyfi’nin hazin sonu ise henüz hafızamızda taze. Yeni Hakan Şükür olacaktı. Bence daha da iyi... Ama o da kadere teslim oldu.
Acı bizde bitmez. Kağıt evler gibi üst üste yığdığımız tuğlalardan binalar, Sakarya’daki yer sarsıntısıyla yerle bir olduğunda ve sayısını hala bilmediğimiz kadar çok insan kaybettiğimizde de, acı vardı. Bugün hala Sakarya’yı yeniden var edemedik. Acı hala var. Biz kader diyoruz, ama öyle değil. 1940’da oluşturulmuş demiryolu hatlarının üzerine bir kalas, bir çelik koymayıp, kendimizi, Avrupa’nın en kötü yollarına, en eğitimsiz şoförlerine, tehlikeye sıkıntıya, karayoluna bağımlı kıldığımızda da benzer değil mi söylediklerimiz? Suçlu biz değiliz, ya kahpe kader ya da kim olduğu bilinmeyen o canavar.
Bu

Yazının Devamı

90 Dakika

8 Eylül 2002


<#comment>Yıldıray’ın Arif’in önüne sağ kanada yolladığı topta Slovakya savunması tam kadro hızla geriye koşuyordu. Arif’in yaptığı sert ortanın soldaki Serhat’ın önüne kadar bu kolay gelebileceğini sanırım kimse düşünmüyordu. Ama bu oldu ve Serhat kolay bir vuruşla, 14’te golü buldu. Maçtan önce ilk olarak 11 Galatasaray kökenli oyuncuyu tribünlere çağıran kapalı seyircisi, Sami Yen’in kadrolu anonscusunun eşliğinde çılgınca üç defa "Akın Serhaaaat" diye bağırıyordu golden sonra. En başta bu atmosfer çok güzeldi. Sonra tabi hakim futbol oynayan milliler.
İlk beş dakikada altı uzun topu Slovakya savunmasının arasına yollayan savunmamız, forvetlerini üç kez ofsayta düşürdükten sonra Hakan’sız oynadığının farkına vardı ve topu yere indirdi. Gördüğümüz en uyumlu milli takım ileri üçlüsünün hünerlerini böylece izlemeye başladık.
6’da Arif’in ara pasında Serhat’ın şutu iyi değildi. 12’de Bülent’in pasında bu kez Arif hiç dokunamadı. Ama organizasyonlar umut vericiydi. Bundan sonra sürekli kontrollü oynadık. Okan ve Hakan Ünsal’ı çizgiye kadar indirdik ve topa sürekli sahip olduk. Rakibin hızlı çıkışlarında ise çok çabuk döndük ve az pozisyon verdik. 31’de Yıldıray’ın şutu,

Yazının Devamı

Aslında sorun...

3 Eylül 2002


<#comment>Fenerbahçe’nin Feyenoord’a yenilmesi üzerine yapılan hemen her eleştirinin merkezinde bir teknik direktör tercihi vardı: Johnson’ın yedekte tutulması.
Bir oyuncu çeşitli sebeplerle 11’e giremeyebilir, doğaldır. Ama eğer bir tek oyuncunun takımda olmamasıyla Şampiyonlar Ligi gibi kocaman bir hedef ıskalanıyorsa, sorgulanması gereken bir tercih olmamalı. Masaya yatırılması gereken koca sistem(sizliğ)in tamamıdır. Çünkü aslında mesele, "Johnson"ın oynamaması değil, ‘Johnson takımda olmayınca Fenerbahçe’nin oynayamamasıdır’.
Aslında bu da herhangi bir iş gibi. Kocaman bir ekibiniz var. 26 üst düzey elemanla bir faaliyet yürütüyorsunuz. Ama bir tek elemanı yanlış tercih ettiğiniz için tüm bağlar kopuveriyor, esneklik sıfırlanıyor ve üretemiyorsunuz. Bu, bugünün dünyasında nasıl açıklanır? Bu olmasın diye insanoğlu, tarihi boyunca "sistem" denilen dalgayı geliştirmedi mi? Ama siz ne yapıyorsunuz? Ya sinirlenip müdürü değiştiriyorsunuz. Ya da tamamen zıvanadan çıkıp tüm elemanları kovup yenilerini getiriyorsunuz. Ama gün geliyor bakıyorsunuz ki sektörde kim var, kim yok, kariyerinin bir yerinde sizin atölyeden geçmiş bir ara. Olmuyor tabii. Sonunda siz de sıkılıyor,

Yazının Devamı

Sıradan bir deplasman takımı değil

27 Ağustos 2002


<#comment>Fenerbahçe’nin bugün Kadıköy’de nasıl oynaması gerektiği, 15 gündür, futbol yorumcularının, hatta Werner Lorant’ın ağzından hiç düşmeyen bir cümle ile açıklanıyor: "Hücum edeceksiniz, ama kontrollü olacaksınız."
Ama unutulan Feyenoord’un klasik bir kontratak takımı olmadığı. Bütün bir orta sahasını hücum hattı olarak kullanabilen, deplasmanda her takım için tehditkar olabilen bir ekip var karşınızda. Ve geçen seneki performansından biliyoruz ki, Feyenoord aslında evinde alt edilmesi gereken bir takımdır. UEFA’da oynadıkları 6 maçtan sadece birinde gol yemediler zira. Ve başarılarının asıl kaynağı, deplasmanda sağladıkları hücum etkinlikleri. Geçen yıl Şampiyonlar Ligi’nin ilk maçında Sparta Prag’a 4-0 yenildikten sonra çıktıkları 7 dış saha maçında da gol attılar. Kazandıkları UEFA Kupası’nın 3. turunda Freiburg’la 2-2, 4. turda Rangers’la, çeyrek finalde PSV ile 1-1 berabere kalmışlar, yarı finalde Inter’i 1-0’la geçmişlerdi. Onlar rakibi deplasmanda yıkıyordu.
Ama Werner Lorant, ilk maçta eleme savaşını İstanbul’a bırakan, minimum hasarla De Kuip’ten çıkmayı hedefleyen bir oyunla çıktı Feyenoord’un karşısına. Bu kuşkusuz yanlış bir stratejiydi. Çünkü bugün

Yazının Devamı

Elden alınan hak

20 Ağustos 2002


<#comment>Pazar akşamı Fenerbahçe Stadı’nda büyük tribün protestosu vardı. İlk beş dakika susan, susturan ve sonra da "Deplasmana gitmemiz engellenemez" diye haykıran kale arkaları, onları alkışlayan diğerleri: "Ali Sami Yen’e, İnönü’ye gideceğiz."! Her yer konuyla ilgili pankartlarla dolu. Bunlardan biri tarihten iç burkan bir sayfayı işaret ediyor: "Fenerbahçe’yi seyretmemizi İngiliz Komutanlar bile engelleyemedi."
Tepki alan bu karar sadece sonucuna bakıldığında anti - demokratik, sonuçları futbol dünyasına zarar verecek bir yolu açıyor gibi gözükebilir. Düşünsenize tuttuğunuz takımın belki de evinize 100 metre uzakta oynayacağı maça gidemeyeceksiniz. Peki gerçekten öyle mi olacak? Gerçekten takımını ve futbolu seven aşıklar bu maçlara gidemeyecekler mi? Ya da şöyle soralım bugün misal Beşiktaş’a gönül vermiş olup ezeli rakiplerin maçlarını seyretmeye gidenler zaten yok mu? Hiç mi rakip takıma gönül vermiş bir arkadaşınızla, akrabanızla, kardeşinizle kendi takımının tribününde oturup bir derbi seyretmediniz? Ya da siz o arkadaşa akraba olmadınız mı? Bu hakkı sizin elinizden alabilirler mi? İşte şimdi bu tür seyirciliği geliştirme vaktidir.
Yani aslında, işin doğrusu

Yazının Devamı

90 dakika

19 Ağustos 2002


<#comment>Birinci devrenin sonunda takımlar soyunma odasına giderken Ariel Ortega tezahüratı ile yer yerinden oynuyordu. Özellikle ilk 15 dakikada yaptığı estetik dalışlar muhteşemdi. Ama bunlar bir yana 42’de Washington’a golü attırdığı korner atışı bile bu tezahürata değerdi doğrusu...
Fenerbahçe seyircisi Ortega’yı öyle sevdi ki, gece boyunca sadece 89. dakikada o oyundan çıkarken meşalelerini yaktılar. Attığı korner doğru rakımdan, doğru şiddetle kaleci Zafer’in ve savunmanın kolay altından kalkamayacağı öldürücü bir pastı. Washington’un oraya gelişi ve vuruşu da yerli yerinde. Bu yavaş yavaş tribünlerin sırtını dönmeye başladığı Brezilyalı santraforu kurtaran bir goldü. Eğer 44’te soldan güzel bir çalımla geldiği pozisyonda Ortega’ya golü attırabilse, "onayı" alabilirdi. Ama o kötü bir şut çekmeyi tercih etti.
Washington’u tartışmaya açan ilk pozisyon 13’te Serhat’ın sağdan inip, önüne yuvarladığı ama onun bir metreden üstten auta attığı pozisyondu.
21’de altı pasta kaybettiği pozisyon ve 39’daki kötü kafa vuruşu da tuz - biber oldu. Dedik ya seyirci neredeyse dönüyordu. Kaçırdığı ilk pozisyon Fenerbahçe’nin durduğu an aynı zamanda. O dakikaya kadar bir baskı

Yazının Devamı

90 Dakika

17 Ağustos 2002


<#comment>Açık tribünün tepesindeki panoda "centilmen seyircimize teşekkür ederiz" yazıyor. Yazının altındaki tribünlerin hangi takımın taraftarına ait olduğu belli değil. Her iki kulübün renkleri içiçe... Maçtan önce ısınmak için sahaya çıkan Galatasaraylı milli oyuncuları, hep birlikte tribüne çağırıp alkışlıyorlar. Kale arkasında bir grup Galatasaraylı taraftar var ayrıca. Onları geri kalanlardan ayıran polis, bariyer boşluk yok... Zaten biliyorsunuz tel örgü de yok. Burası Türkiye mi kuşkuluyum. Maçta değil, rüya durumda kafam. Aslında garip! Sabah yol boyunca İslam Çupi’nin yaşamının son 10 yılında yazdığı yazıların derlendiği "Futbolun ölümü" adlı kitabı okumuşum. Üstadın eski İstanbul’daki tribünleri anlattığı yazılardaki tablo Denizli’de yaşıyor. Zaman tünelinden fırlamış gibi. Bu yumuşak, sevecen hava maçın atmosferine futbol açısından negatif yansıyor ama sütlaç gibi maç.
8’de Ali Tandoğan’ın serbest vuruşunda Ersen’in dokunamadığı yüzde yüz pozisyona kadar futbol yok. Galatasaray, "korkak" Lucescu’nun takımı gibi tek forvet, çift ön liberolu oynuyor ama pres yapmıyor. Kanada inmek yok. İlk devrede pozisyon yok.
Denizli’nin planı ise duran toplarda

Yazının Devamı

90 dakika

14 Ağustos 2002


<#comment>Bence Ortega’nın yedekte kalmasından daha şaşırtıcı olan Fenerbahçe’nin savunma planıydı. Dört kişi ile adam adama oynayan Sarı - Lacivertliler’de Mustafa Doğan Van Hooijdonk’u adım adım takip ediyor, Mirkovic Kalou’ya, Johnson Emerton’a, Ogün’de Bosvelt’e yapışıyordu. Bu sanırım sadece bizim için değil, Marwick için de bir sürprizdi.
Lorant bizi alıp, geçen seneki Mustafa Denizlili döneme götürdü. Sarı - Lacivertliler, Steviç vasıtası ile Rapajc ve Revivo’yu kanattan kaçırmayı ve Washington’a ortalar yapmayı planlıyordu. 9’da Stevic, İsrailli arkadaşını sağdan kaçırdı, ama Revivo bundan sonra maç boyunca yapacağı gibi topu ezdi. Çok geç gelen ortasından da sonuç çıkmadı.

Rotterdamlılar, Fenerbahçe’nin adam adama kelepçesini 21’de kalabalık çıkarak ilk kez kırdı. Kadıköylüler o kalabalık içinde adamlarını kovalarken, Kalou sağ çaprazdan içeri girip, şutladı. Top üstten çıktı.
Bundan sonra 35. dakikaya kadar karşılıklı çok sertlik olan devrede özellikle Steviç’in aşırı agresifliğinden eksik kalmamamız sevindiriciydi.
28’de 2 bin 500 Fenerbahçeli penaltı olmuş gibi ayağa fırladı. Washington yayda düşürülmüş, Revivo topun başına geçmişti. Ama

Yazının Devamı