Asıl işi gazetecilik olan İsmail Cem 1970'li yıllarda iki yönüyle parladı. Bunlardan ilki düşünsel alanda oldu. İsviçre'de siyaset bilim okuyan Cem 1962 yılında Türkiye'ye döndü ve sol fikirlerin aydın kesim arasında bir hayli yaygınlaştığı o yıllarda, iki yapıtla ortaya çıktı. Bunlardan ilki Türkiye'de Geri Kalmışlığın Tarihi başlıklı kitabı oldu. Cem bu kitapta Türkiye'nin geri kalmışlığını Osmanlı'nın üretim düzeninden gelen aksaklıklara bağlayarak açıklıyordu. Bu kitap bugüne değin Türkiye'de sosyolojinin önemli eserlerinden biri olmuştur. Daha sonra kaleme aldığı 12 Mart kitabı ise Cem'in sivil demokrasi üzerindeki güçlü inancını sergilemiştir. Türkiye solu önemli bir değerini genç bir yaşta yitirdi. İsmail Cem son otuz yıldır Türkiye'de solu iktidar yapabilmek için yapılması gereken ne varsa hepsine katkıda bulundu. Hep solda kaldı ama toplumun diğer kesimlerinden de hak ettiği saygıyı gördü. 1970'li yıllarda Cem çok farklı bir yönle parladı. 1974 yılında TRT'nin başına geçti. O tarihlerde TRT son derece sığ bir yayın kanalıydı. Ancak Cem TRT'yi bambaşka bir yapıya dönüştürdü. Bugünkü modern, çağdaş televizyonculuğun temelleri o yıllarda atıldı. Düşünüyorum da, o tarihte
İyimser tahminler kayıtdışı faaliyetlerin aslında ticaret kesimindeki küçük faaliyetler olduğundan abartılmamasını savunuyor. Milli gelir hesaplanırken, tarımsal faaliyetlerde, özel sanayi kesiminde ve kamunun genelinde sistemin kayıtlı olduğuna işaret ediyorlar. Kötümser tahminler ise hemen her alanda bu olgunun yaygın olduğu tezinden hareket ediyor. Tabii birde hesap yöntemleri de (üretim, istihdam, parasal ya da vergi gibi yaklaşımlar) hesaplarda farklılık getirmekte.Kayıtdışı ekonomi bazen gayrimeşru kazançlarla karıştırılıyor. Kuşkusuz gayrimeşru her kazanç kayıtdışı olmak zorunda. Ama her kayıtdışı iş gayrimeşru olmak zorunda değil. Örneğin, uyuşturucu işi suçtur. Ve tabii kayıtdışı olmak zorundadır. Oysa doktorluk aksine insanlık için son derece yararlıdır, ama doktorun muayenehanesinde fatura kesmemesi kayıtdışı kazançtır. Önceki gün TÜSİAD kayıtdışı ekonomi konusunda bir rapor açıkladı. Raporu Sinan Ülgen ve Ulaş Öztürk hazırlamış. Türkiye'de kayıtdışı ekonominin boyutları konusunda farklı tahminler bulunuyor. Kimilerine göre bu yüzde 15'i geçmezken, kimilerine göre yüzde 40'ları aşıyor. Kayıtdışı faaliyetin temelinde vergi kaybı vardır. Tabii bir de kayıtlı faaliyete
Arjantin'in Türkiye ile ne dış ticareti, ne turizm ilişkisi, ne de sermaye hareketi alışverişi vardı. Zaman ve gerçekler benim yanıldığımı gösterdi. Her iki ülke de benzer risklere sahip göründüğünden beraberce düşünülüyordu. Yani yatırımcının bu iki ülkeden birine tekrar ilgi göstermesi için sorunları aşmasına ya da küresel likidite gelişmelerine bağlıydı. 2001'de Arjantin'de de, Türkiye'de de bankacılık sistemi çökmüştü. Kamu mali disiplini çok bozuktu. Ciddi ölçekte dövize talep oluşmuştu. 2001 mali krizi olduğunda tüm küresel piyasalar Türkiye'ye Arjantin'le eşleştirerek bakıyordu. Hiç unutmuyorum, o tarihte bulaşma (contagion) olgusunun olabilmesi için ülkeler arasında güçlü ekonomik ya da finansal bağ olması gerektiğini yazmıştım. Yani, bana göre, Arjantin ile Türkiye ilişkisi kurulması yanlıştı. Son zamanlarda ise Türkiye'ye Güney Afrika ile eşleştirilerek bakılıyor. Her iki ülkede de cari açığın milli gelir içindeki payı bir hayli yüksek düzeye gelmiş bulunuyor. Bu da ortak bir kırılganlık yaratıyor. Ancak Türkiye'de cari açık 2007 yılında bir sorun yaratmayacağa benziyor. Nedenleri sayalım: Birincisi, 2007 yılında cari işlemler açığı olasılıkla daha düşük olacak. Petrol
Türk Telekom'un hatlı iletişimde yatırım hamlesi bugün ticari faaliyette elde ettiğimiz hızın temelini oluşturuyor. Mobil telefon sisteminde operatörler (özellikle de Turkcell) inanılmaz birer başarı öyküsü gerçekleştirdiler. Hem de tüketiciye üstün kalitede hizmet sunarak. Bir düşünün, iletişimde bundan otuz yıl önceki sıkışıklık sürseydi, bugünkü dış ve iç ticaret hacmini yaratılabilir miydik? Mümkün değil. Sermaye hareketleri bugün son derece yoğun yaşanıyor. İletişim bu denli gelişmiş olmasaydı, bu nasıl mümkün olacaktı? Ucuz ve kaliteli enerjiyle iletişim sağlanmadan gelişmeyi de başarmak mümkün değil. İletişim teknolojisinde Türkiye'nin gelişmiş ülkelerle hemen hemen aynı düzeye gelmesinden iftihar etmeliyiz. Bu teknolojik atılımın bir kısmını 1980'li yıllarda devlet (ya da Türk Telekom), diğer kısmını da 1990'lı yıllarda özel kesim (GSM operatörleri) gerçekleştirmişti. Mobil telefon teknolojisinde çok kısa bir sürede ülkenin hemen her noktasına ulaşıldı. Gerçi bu yıla kadar servis kalitesinde çok ciddi sorunlar sürse de, halkımız bu iletişim aracına gelirinin ötesinde bir ilgi gösterdi ve abone sayısı hızla arttı. 2011 yılında Türkiye'de 55 milyon insanın mobil telefon
Hiç kuşkusuz kriz gerek ekonomik gerek siyasal yapıda önemli farklılıklar getirdi. Mesela geçmişten kalan bir siyasal kadronun çoğu tasfiye oldu. Yine geçmişte geçerli olan birçok siyasal davranış alışkanlığı değişti. Siyasetçiler reform ihtiyacını daha sık dile getirir hale geldi ve popülizmden uzak durmaya başladılar. Bunlar hep olumlu değişiklikler. Son ekonomik krizden bu yana neredeyse tam altı yıl geçti. Az değil. Bu süre içinde epeyce değişim gerçekleşmiş olmalı. Aslında, her kriz, ders alındığı takdirde, yeni fırsatlar yaratır. Bu nedenle geriye dönüp bu krizden hangi dersleri alındığına bakmakta yarar var. Ekonomik alanda devletin büyük ölçüde yeniden yapılanması sağlandı. Özelleştirme hızlandı. Bütçe disiplininde reformlar yapıldı. Vergi idaresinde etkinliği artırıcı önlemler alındı. Para politikası bağımsız bir nitelik kazandı. Kısacası, epeyce mesafe alındı.Bununla beraber, bugün hâlâ devletin etkin biçimde çalıştığını savunmak zor. Vatandaşa nitelikli ve hızlı hizmet verilmiyor. Örgütlenme sistemi çok hantal olduğundan ve teknoloji de yetersiz kullanıldığından, devletin çalışma mekanizması ya da işleyişi hiç etkin değil. Diğer bir deyimle, devlet hâlâ kaynakları israf
Kimilerinin aklına kestirme çözümler geliyor. Örneğin İstanbul'da nüfusu azaltmak ya da trafiğe çıkan araç sayısını sınırlamak gibi seçenekler tartışılıyor. Oysa bunların hepsi nafile. Çünkü ne İstanbul'un nüfusu azaltılabilir ne de trafiğe çıkan araç sayısı sınırlanabilir. Bazıları da İstanbul'un daha pahalı hale getirilmesiyle göçün azaltılmasını savunuyor. Oysa bu durumda gelir düzeyi yüksek insanlar etkilenmezken, gelir düzeyi düşük insanlar sıkıntıya düşeceklerdir. Yani İstanbul'a yeni insan gelmesin derken hali hazırda oturanlar cezalandırılacak ve sosyal adalet zarar görecektir. İstanbul trafiğinin bu hale gelmesindeki etmenler belli. Bir kentin nüfusu 12 milyona yaklaşıyorsa ya da o kentte taşıt sayısı 2.4 milyona yaklaşıyorsa elbette orada trafik tıkanır. Bundan da daha doğal bir şey olamaz. Peki, ne yapacağız? Araç sayısına gelince. Bir zamanlar Atina'da tek ve çift rakamlı plaka uygulamaları vardı. Yürümedi. Bir ara bizde de bu yöntem hava kirliliğine karşı düşünülmüş ama vazgeçilmişti. Çünkü bu durumda belediyenin ya da polisin oturup araçların plakalarını kontrol etmesi gerekiyor. Üstelik haftada beş işgünü var. Yani haftayı eşit iki parçaya bölmek mümkün değil; bir
Petroldeki hızlı fiyat çıkışının nedenleri biliniyor. Yapısal etmenlerin yanı sıra kısa vadeli etmenler de fiyatlar üzerinde etkili oluyor. Örneğin Çin gibi hızla büyüyen ekonomiler petrol talebini artırmaya başladığında, ABD ekonomisi yeniden canlanma eğilimine talep büsbütün arttı. Öte yandan arz tarafında da darboğazlar yaşanıyordu. Irak petrollerinde üretim durduğunda ABD'de petrol stokları zaten azalmıştı. Böylece spekülasyonlara açık bir ortam oluştu ve fiyatlar da uçuverdi. Herhalde son haftaların en önemli ekonomik olayı petrol fiyatlarının gevşemesi oldu. Petrolün varili 70 dolara yaklaştıktan sonra şimdi 50 dolara kadar inmiş görünüyor. Peki, şimdi neden fiyatlar tepetaklak gidiyor? Bunun belli başlı üç nedeni var. Birincisi, OPEC uzun zaman önce üretim kotalarını artırmış, ancak bu hemen etkisini göstermemişti. Anlaşılan şimdi gösteriyor. İkincisi, ABD'deki hızlı toparlanma artık belli bir doyuma ulaşmış görünüyor. Kaldı ki, 2007 yılında küresel milli gelir artışının 2006'ya göre daha düşük geçeceği sanılıyor. Hepsinden öteye bu kışın çok sıcak geçmesi enerji talebini düşürüyor. Böylece ABD'de petrol stoklarında ciddi artışlar oluşuyor.Ancak buradan fiyatların beş yıl
Fakat artık faizleri sorgulamak gerekiyor. Çünkü son veriler MB'nin faiz politikasının pek de etkili olmadığını gösteriyor. Geçen hafta Deniz Gökçe ile Osman Ulagay arasında sütunlarında bir diyalog geçmiş, Ulagay faizlerin yüksekliğinin nedenlerini sorgulayınca, Gökçe de yanıtlamıştı. Gökçe temel olarak risklerden ötürü faizlerin yüksekliğini vurguluyor. Doğru. Ancak aynı zamanda faizin MB'nin izlediği sıkı para politikasının bir aracı olduğunu da unutmamak gerek. Bizim de sorguladığımız işin bu tarafı. Çünkü MB'nin faizleri yüksek tutmasının nedeni iç talebi frenleyerek enflasyonu dizginlemek. Dün Merkez Bankası (MB) Başkanı Durmuş Yılmaz Bursa'da 2007 yılı para programını açıkladı. Yılmaz, bu açıklamada, özellikle para politikası araçlarını belirlemede MB'nin bağımsız olduğunu vurguladı. Bunun yanı sıra faizlerin mevcut gelişmelerden çok, gelecekteki enflasyon beklentisine göre belirlendiğini açıkladı. Bunlar bildiğimiz noktalar. Nitekim gerçekten enflasyon yılın ikinci yarısında düştü. Ama faizlerden olduğunu sanmıyoruz. Bize kalırsa enflasyon daha çok döviz kurundan düştü. O zaman faizlerin bu kadar yüksek tutulmasının anlamı sorgulanabilir.Faizler yoluyla iç talebin kontrol