Tüketici hakları kuşkusuz kapitalizmin ve katılımcı demokrasinin belli bir evresini gösteriyor. Ürünler ve kurumlar gelişiyor, sorumluluklar üstleniliyor, bireyler hak sahibi oluyor. Fakat bu haklar yalnızca örgütlenerek elde edilebiliyor. Türkiye'de ise tüketici hakları emekleme kertesinde. Aslında tüketici hakları deyince akla ilk Amerika geliyor. Çünkü ABD'de bireyin kurumlar ve devlet karşısındaki hakları çok önemli. Tüketici hakları da bireye verilen değerin bir parçası sayılıyor. Bir malın bireye verdiği zarar karşısında inanılmaz tazminatlar veren Amerikan yargısı şirketlerin de korkulu rüyası. Bugün Dünya Tüketiciler günü. Ancak her yıl günün önemi göz ardı ediliyor. Ekonominin bu denli geliştiği, bireyin satın alma gücünün arttığı, bireysel hak ve özgürlüklerin her gün gündeme geldiği bir toplumsal aşamada neden hâlâ birey satın aldığı mal üzerindeki haklardan mağdur? Bunu sorgulamak gerekiyor. ABD'de 1700 yılından önce çıkan yasalarda bile tüketici hakları yer alıyor. Fakat asıl gelişme 1914'ten sonra başlamış. Nihayet günümüzde özellikle Federal Ticaret Mahkemesi ile Adalet Bakanlığı sorumluluğu üstleniyor. Buna rağmen ABD'de hukuksal düzen ve yaptırımlardan çok
Göçün temel nedeni biliniyor; daha yüksek bir refah düzeyine kavuşmak. Fakat bunun için öncelikle iş bulmak şart. 4 milyon Türkün ise ancak 1.5 milyona yakın kısmı çalışma olanağı bulabilmiş durumda. Tabii Avrupa'da işsiz kalmak bile fena değil, çünkü yüklü işsizlik ücretleri var. Fakat bunu da alamayanlar saatli bomba gibi dolanıyor. Ülkemizin nüfusu 70 milyonu aşıyor. Ancak ülkemizin dışında da ciddi bir nüfus var ve bununla ilgimizi kesemeyiz. Avrupa'da kimi rakamlara göre 4.0, kimi tahminlere göre de 4.5 milyon Türk yaşıyor. Doğru rakam herhalde hâlâ 4 milyonun altında olsa gerek. Resmi verilere göre Avrupa'da 219.3 bin Türk işsiz. Toplam sayı olarak İtalyanlar ikinci geliyor; 52.5 bin. Tabii bu İtalya dışındaki İtalyanları gösteriyor. Oransal olarak İtalya'nın dışındaki işsizliğin içeridekinden fazla olmaması gerekir. Yani abartılacak bir durum yok.Ancak oransal olarak bakıldığında en fazla işsizlik Rus göçmenler arasında görülüyor. Bu da hayli ilginç. Acaba neden bu denli Rus Avrupa'da işsiz olarak geziyor? Malum, Ruslar da daha yüksek bir refaha kavuşmak arzusuyla Avrupa'ya geliyor. Fakat Ruslar Türklerden farklı. Birincisi, her işi yapmak istemiyorlar. Diğer bir deyimle,
Oldukça gergin bir ortama girdiğimiz aşikâr. Böylesi bir ortamda dayanıklı mal tüketiminin ya da yatırımların artmasını beklemek saflık olur. Hele para politikası iyiden iyiye sıkıysa. Özellikle 2007 yılında konut talebindeki durgunluğun süreceği açıkça görülüyor. O zaman neden İstanbul'da Karayolları'nın arsasına 800 milyon dolar ödeniyor? Yahut neden bu kadar proje yapılıyor? Bize göre hepsi uzun vadede makul. Sıkıntı daha çok kısa vadede görünüyor. Başbakan Tayyip Erdoğan nihayet noktayı koydu: CHP cumhurbaşkanı adayını açıklasın. Her parti kendi adayını açıklayınca kim güçlüyse o seçtirecek. Böylece CHP sıkışacak, aday çıkaramayacak yahut çıkarsa bile yeterli gücü olmadığından cumhurbaşkanını AKP seçecek. Peki, ya CHP AKP içinden birini aday gösterir ve AKP'yi bölerse? O zaman Erdoğan'ın Köşk hayali kursağında kalmaz mı? Kimileri 2007 kaçırılsa da hiç olmazsa 2008 yılında özellikle ipotekli konut kredileriyle (mortgage) konut talebinin yükseleceğini düşünüyor. Ancak öncelikle belirtelim ki konut talebini sadece fiyat ve ödeme koşulları etkilemez. İstikrar ve güven unsurları da çok önemlidir. 2007'de de hem faizlerin yüksekliği hem de istikrarsızlık beklentisi ya da
İşte bu düzeyde ciddi ve derin tartışmalar bulunuyor. Çünkü fırsat eşitliğinin sağlanması kolay olmayınca, belli bir süre için "pozitif ayrımcılık" dediğimiz, kadınların yeğlendiği ya da tercih edildiği bir süreçle eşitlik sağlanmaya çalışılıyor. Gerçi bunun da ilelebet sürdürülmesi adil değil. Özellikle çalışma yaşamında çalışanların yarısının kadın olması için erkeklerin sürekli, daha nitelikli olsalar bile, iş kaybetmelerini adaletle bağdaştırmak zor. Kadın hakları kavramıyla anlaşılması gereken, herhalde ayrımcılığın ortadan kalkması ya da cinsel eşitliğin sağlanması olmalı. Fakat salt eşitliğin sağlanması adil olmayabilir. Adil olan, cinsel eşitlik için kadın ve erkeğe eşit fırsatların tanınmasıdır. Oysa bu, çoğu ülkede hiç bulunmamakta. Pozitif ayrımcılık geçici bir çözüm olduğuna göre, uzun vadeli çözümleri bulmak gerekiyor. Bunların başında eğitim geliyor. Çünkü eğitimsiz birinin eğitimli biriyle ne çalışma yaşamında ne de toplumsal yaşamın diğer alanlarında yarışması mümkün değil. Ama ne yazık ki ülkemizde eğitim düzeyi yükseldikçe kadın oranı da düşüyor. İlköğretimde kadın oranının göreli olarak yüksek olmasının nedeni ise zorunluluk! Başka bir şey değil. Öte yandan,
Tekrarla belirtelim; bundan böyle Japon yeni cinsinden borçlanma göreli olarak daha pahalı algılanacak. Gerçekte çok pahalı olmasa bile! ABD'de ise önceleri canlılık belirtileri üzerine faizlerin yükselmesinden endişe ediliyordu. Şimdi de durgunluk belirtileri rahatsızlık yaratıyor. Ancak mali piyasalardaki etkisi benzer. Tabii bu paradoksal bir durum. Son iki haftadır uluslararası piyasalardaki dalgalanmanın nereden kaynaklandığı, ne kadar süreceği ve hangi etkiler yaratacağı merak ediliyor. Dalgalanmanın kaynağı konusunda epeyce yazan çizen oldu. Japonya'da faizlerin yükselme beklentisinin güçlenmesi ve ABD'de durgunluk olasılığı küresel bir değişim rüzgârı estiriyor. Dünyanın en büyük ithalatçısında durgunluk bekleniyorsa da küresel olarak bundan etkilenmemek mümkün değil. En büyük ithalatçıya en fazla mal satan ya da en fazla yabancı sermaye çeken ülkeler haliyle en fazla da etkilenecekler. Bunun da başında Çin geliyor. Japonya'da canlanmayla ABD'de durgunluk belirtileri ters yönlü olsa da dünyada faizlerin artık eskiden olduğu gibi düşük düzeylerde kalmayacağı açıkça görülüyor. Bu apaçık küresel bir iklim değişikliği. Bu değişim olağanüstü sert ve radikal bir nitelikte
Siegel gelişmiş ülkelerdeki yaşlanma konusuna eğiliyor. 1950'li yılların başında ABD'de emeklilik yaşının beklenen ömürden 1.6 yıl daha kısa olduğundan emeklilik finansmanı da sorun olmuyormuş. Bugün ise bir emeklinin daha sonra ortalama 16 yıl ömrü oluyormuş. O tarihte 7 çalışan bir emekliyi finanse etmek zorundayken, bugün 5 çalışan bunu yapıyormuş. Bu yapıyla gidilirse 2050 yılında her bir emekliyi 1.5 kişinin finanse etmesi gerekecekmiş. Yani sistemin çökeceği şimdiden belli. Japonya ise daha büyük bir uçurumla karşı karşıya. Orada elli yıl önce 10 çalışan bir emekliyi finanse ederken bugün 3 çalışan finanse etmek zorunda. 2050'de orada da 1.5 çalışanın emekliyi finanse etmesi gerekiyor. Birkaç hafta önce Wharton School'dan Prof. Jeremy Siegel'in bir sunumu elime geçti. Sorguladıklarını ve analizlerini çok ilginç buldum. Okurlarımla paylaşmak istiyorum. Üstelik 2050 yılına kadar beklenen ömür daha da uzayacak. Yani sorunlar büyüyecek. Bu durumda emeklilik yaşını derhal ve büyük ölçüde artırmaktan başka çare yok. Bu belki işsiz oranını yükseltse de başka bir çare akla gelmiyor. Eğer bu ayarlama hemen ve şimdi yapılırsa, 2050'de emeklilik ömrü 16 yıldan 12 yılın altına
Ekonomik manzaranın seçim sonuçları üzerinde etkili olduğu bilinir. Halkın refahının giderek yükseldiği bir ortamda, özellikle işsizlik azalıyorsa, iktidar seçimlerde başarılı sonuçlar alır. Seçimler yaklaşıyor. Ana muhalefette olan CHP işi daha da öne zorlayıp Erdoğan'ın Çankaya yolunu kesmeye çalışırken, Erdoğan da "Hele ben bir Çankaya'ya çıkayım. Sonra seçim tarihini belirleriz" diyor. Gelişmeleri izleyeceğiz. Tabii öte yandan da seçim sonuçlarına göre mali piyasalar tepki verir. Bu da çok çeşitli etmenlerden etkilenir. Ancak çoğu zaman bu etmenlerin başında mali piyasaların kısa vadeli kâr beklentileri öne çıkar.Seçim sonuçlarına bağlı olarak mali piyasalar etkilense de bu kısa vadeli olur. Seçimlerin ekonomik dengeler üzerindeki etkisi ise belirlenememiştir. Birçok gözlemci adayların ve partilerin zamanla aynı politikalarda birleştiğini savunmaktadır. Özellikle ortalama seçmenin bunu sağladığı gözlenmektedir. Kimileri ise siyasal partilerin farklı ekonomik beklentiler yarattığını ve bunun seçimleri ve piyasaları etkilediğini savunmakta.Geçen ekimde ABD'nin yarı resmi araştırma kuruluşu NBER bir araştırma yayımlamıştı (Erik Snowberg, Justin Wolfers ve Eric Zitzewitz):
YÖK hükümete yeterli öğretim üyesinin bulunmadığını ve bu yeni üniversitelerin açılamayacağını belirtmiş. Bu da Başbakan'ı kızdırmış ve bunun da YÖK'ün görevi olduğunu belirtmiş.Başbakan bu yanıta inanmamış. Demiş ki, insanların kafasının içiyle uğraşacağınıza işinizle uğraşın. Oysa gerçek durum tam aksi. Başbakan bu yeni üniversiteleri kurma hakkını elde ederse rektörlerini de kendi atayacak. Sonrası malum. Tüm öğretim üyeleri de böylece o rektör tarafından belirlenecek. Geçen hafta Deniz Ticaret Odası'nın düzenlediği bir toplantıda Başbakan Tayyip Erdoğan YÖK'ü eleştirmiş. (Eh ne de olsa bizim armatörler yükseköğrenim konularından iyi anlar!) Başbakan yeni kurmak istedikleri 10 yeni üniversite için gerekli kararı YÖK'e yolladıklarını belirterek bunun bir türlü yürürlüğe konulmamasından şikâyet etmiş. Diyelim ki, hükümet 100 yeni üniversite kurmak kararı aldı. Bu mümkün mü? Değil. Bu durumda YÖK itirazı haklı sayılmaz mı? Elbette sayılır. Demek ki, kadrosuz bir üniversitenin kurulması mümkün değil. Peki hali hazırda bu yeni 10 üniversite için yeterince kadro var mı? Açıkçası, bırakınız bunları, mevcut üniversiteler bile kadrosuzluktan mustarip. Dolayısıyla hükümet tam bir