Gösterge Türkiye'de su bol değil. Batı'da kişi başına yılda 10 bin metreküp su tüketilirken bizde 1700 metreküp su tüketiliyor. Elimizde bulunan kullanılabilir su kaynağı da tüketimin pek üstünde değil. O kadar ki mevsimin kurak geçtiği yıllarda kesinti yapma gereği doğuyor.Üstelik uygarlık geliştikçe su daha fazla tüketiliyor. Peki, ama bu kadar suyu nereden bulacağız? Demek ki bir yandan "kullanılabilir", yani temiz su bulunacak, diğer yandan da dikkatli kullanılacak. Kullanılabilir su yaratmak ekonomistlerin değil, hidrologların işi. Ancak biz ekonomistler de belli düzenlemelerle su kullanımını daha verimli hale getirmek zorundayız. Geçen hafta perşembe (22 Mart) Dünya Su Günü'ydü. Bu yazıyı yazmadan birkaç gün bekleyerek konu hakkında çıkan her türlü yazıları, yapılan konuşma ve yorumları görmek istedik. Hemen herkes de dünyada suyun giderek kıtlaştığını, bu nedenle artık daha dikkatli kullanması gerektiğini belirtti. Ekonomiye giriş derslerinde havanın fiyatının olmadığı çünkü havanın kıt olmadığı (hatta sonsuz olduğu) belirtilir. Bir malın değerinin olması için miktarının sınırlı olması gerekir. Ancak su hava gibi değil. Yani fiyatlanabilir. Ama nasıl?Şimdi kimileri suyun
Gösterge Ancak çok geçmeden Şener'in bu açıklamasına ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan'dan tepki geldi. Babacan kurun piyasada belirlenmesinin süreceğini, Gümrük Birliği'nden çıkmanın ise felaket olacağını savundu. Geçen hafta Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener dalgalı kurun sermaye hareketlerine teslim olarak cari dengeyi sağlayamadığından bu sistemin artık akademik tartışmaya açılması gerektiğini savundu. Şener, aynı konuşmasında Gümrük Birliği'nden de (GB) çıkmanın değerlendirilebileceğini belirtti. İlginçtir, dün Şener geçen haftaki konuşmasından çark ediverdi: "Yanlış anlaşıldım!" Anlaşılan uyarıldı. Öte yandan, TUSİAD Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ da "Dalgalı kur sürmeli" dedi. Eh ne de olsa iş âlemi gırtlağına kadar döviz borçlu. Dalgalı kurun da bu konjonktürde dövizde ucuzluk sağladığını görüyorlar. Sermaye hareketlerinin bu denli bol olduğu bir uluslararası konjonktürde dalgalı kurun çalışmadığını bu sütunda defalarca belirttik. Nitekim son yıllarda oluşan cari açıktan fazla sermaye giriyor, kuru değerli hale getiriyor ve dış ticaret açığı büyüyor. Hadi doğrudan yabancı sermaye olarak içeriye giren sermaye kalıcı. Zamanla istihdam, belki de ihracat bile
Gösterge Malum, kur sistemini belirleme yetkisi hükümete ait. Merkez Bankası ise konulan sistem içinde bağımsız. Ancak konulan hedefler çerçevesinde hükümete karşı sorumlu. Gerçi Merkez Bankası (MB) enflasyon dışında hedef tanımıyor. Tüm enerjisini buraya odaklayarak diğer konulardaki kötü gidişatın sorumluluğundan kurtuluyor. Fakat kendi koyduğu enflasyon stratejisi de son iki yıldır ciddi biçimde aksıyor.Dün MB 15 Mart tarihinde toplanan Para Politikası Kurulu'nun (PPK) toplantı özetini yayımladı. Bu özette yalnızca enflasyon işleniyor. Raporda enflasyondaki artış trendi dört ana etmene bağlanıyor; sigara fiyatlarının artırılması; kış sezonu indirimlerinin öne alınması nedeniyle yaz sezonu fiyatlarının açıklanması; işlenmiş gıda fiyatlarındaki artışlar ve geçen yıl dayanıklı mal fiyatlarında izlenen indirim kampanyalarının baz etkisi... Dalgalı kur sistemi anlaşılan AKP içinde kimilerini rahatsız ediyor. Hükümet üyesi olmasına rağmen Şener'in bundan şikâyet etmesi bunun ilk işareti. Mamafih, özel tüketim talebinde yavaşlama sürüyor. Yatırımlar 2006 düzeyine gerilemiş durumda. Nitekim kredilerin artış hızındaki düşüş devam ediyor. Kısacası, MB'nin yüksek faiz politikasına bağlı
Gösterge Oysa biz o yazıda bu görsel başarının 2007 yılında tekrarlanmasının zor olduğuna işaret etmiştik. 2006 yılında görünen başarının arkasında üç gerçek vardı. Birincisi, faizler hızla düşmüştü. Bu olgu faiz harcamalarını azaltıyordu. 13 Şubat 2007 tarihinde yazdığımız köşe yazısının başlığını şöyle koymuştuk: "Seneye acaba bütçeyi kim açıklayacak?" Malum, şubat başında bir basın toplantısıyla Başbakan 2006 bütçesini açıklamış ve hedeflerin çok ötesinde bir başarı sağlandığını savunmuştu. 2005 yılında bütçe açığı 9.6 milyar YTL iken, 2006 yılında 4 milyar YTL'nin altında kalmıştı. Kısacası, bu rakamlarla hükümetin ayağı yerden kesilmişti. Gelir tarafında ise iki özel durum bir arada yaşanıyordu. Bir yandan gerek özelleştirme, gerek TMSF satışları vergi dışı gelirleri artırıyordu. Diğer yandan da iç talebin canlı olması nedeniyle ÖTV, KDV gibi vergiler ile ithalat vergileri (yani çoğu dolaylı vergi) çoğalıyordu. Tabii bir de mükellef bütçe makyajları vardı. Oysa 2007 yılında şartlar değişti. İç talep canlılığını yitirdiği için örneğin vergi gelirlerinin ilk 2 ayda geçen yıla göre sadece yüzde 6 arttığı görülüyor. Bu artış enflasyonun bile altında. Dolayısıyla vergi
Gösterge Bir ülkede emlak fiyatlarını birçok etmen belirliyor. Bunların başında kişi başına düşen gelir ve buna bağlı olarak tasarruf eğilimi geliyor. İkincisi, o ülkedeki reel faizler ve konut kredilerindeki vadelerin uzunluğu da etkili oluyor. Çünkü emlak alımında kredi çok yoğun kullanılıyor. Üçüncüsü, güven ortamı ile istikrar da önem taşıyor. Ortalık karışıksa kimse uzun vadeli yatırıma girmek istemiyor. Dördüncüsü ise demografik değişimler. Nüfus artışı, göç gibi toplumsal olgular emlak talebini doğrudan etkiliyor. Tabii gelecek hakkındaki düşüncelerle uluslararası emlak piyasası da etkili oluyor. Çünkü emlak sadece kullanmak için değil, spekülatif amaçla da alınıyor. Üstelik İstanbul artık önemli metropollerden biri oldu. İstanbul'un seçkin arsaları çok yüksek fiyatlara satılmaya başladı. Önce Zincirlikuyu'daki Karayolları arazisi, sonra Levent'teki İETT garajının ihalesinde fiyatlar birdenbire yükseldi. Kimileri İstanbul'da emlak hâlâ ucuz diyor ve fiyat artışlarının süreceğini iddia ediyor. Acaba bu iddia doğru mu? Krizden sonra tarımdan kopuşun hızlandığını biliyoruz. Yani, kentlere göç yoğunlaştı. Öte yandan ülkemizde kişi başına gelir hızla artıyor. Ayrıca uzun
Gösterge Kimileri bunun sürmesini istiyor. Kimileri de MB'yi sert biçimde eleştiriyor. Onlara göre uygulanan faizler fahiş. Faiz düzeyi enflasyonu indirmediği gibi, sadece sıcak paranın girişini sağlıyor. Kur baskı altına giriyor ve dış açık önü alınamaz boyutlara ulaşıyor. 2006 Mayıs'ında küresel dalgalanma başladıktan sonra Merkez Bankası para politikasını sıkmaya başladı. O tarihten bu yana iç talepte belli bir soğuma gözleniyor. Fakat ekonomi çevrelerinde bu soğumanın derecesi konusunda bir türlü uzlaşılamıyor. Öncelikle üç gerçeğin altını çizmekte yarar var: Türkiye'ye giren sıcak para elbette hiç kontrol edilemez değil. Ancak uluslararası likidite boyutunun bu denli büyüdüğü ve gidecek yer bulamadığı da göz ardı edilmemeli. Faizler bugünkünden daha düşük bir düzeye çekilse bile sıcak para akışının önü alınamaz. İkincisi artık giren sıcak paranın büyük bir kısmı hisse senedine oluyor, yani yüksek faizli bonolara değil. 2002 yılında her iki yatırım aracına yatırılan para aynı düzeydeyken (3.5 milyar dolar) bugün hisse senedine giren yabancı yatırım 38 milyar dolar, bonoya ise 30 milyar dolar. Bu da ilk noktamızı doğruluyor.Üçüncüsü, MB enflasyon karşısında cari açığın da
Gösterge Yanılgının temelinde bugünkü ekonomik istikrarın sadece uygulanan ekonomik programa bağlanması var. Oysa bugün içinde bulunduğumuz dengeye uluslararası konjonktürün çok büyük katkısı oldu. Özellikle de tarihsel olarak rekor düzeylere ulaşan uluslararası likiditenin. Siyasal istikrar bozulmasın diye iş dünyası Erdoğan'ın başbakanlıkta kalmasını istiyor. İnanıyorlar ki bugün içinde yaşanan siyasal istikrar ortamı AKP'nin tek başına iktidar olması sayesinde oldu. Yani bir dönem daha AKP iktidarda kalırsa aynı istikrar sürecek. Böylece hem Türkiye'nin hem de işadamlarının işleri iyiye gidecek. Oysa bu doğru değil. Geçen hafta Garanti Bankası'nın davetlisi olarak Dr. Marc Faber isimli bir fon yönetim danışmanını dinledik. Dr. Faber de aynı noktalara değiniyor. Son yıllarda çoğu yükselen piyasa ekonomisinde hem istikrar hem de güçlü büyüme performansı gözleniyor. Bunun da nedeni ABD'nin dünyaya inanılmaz para arz etmesi. Bu para küresel talebi güçlü hale getiriyor. Türkiye de fazlasıyla bundan nasipleniyor. Bazı bilgileri tekrarlayalım: Dünya ekonomisi 1970'den sonra ortalama yüzde 4 büyürken, 2003'ten bu yana ortalama yüzde 4.5 büyür oldu. Üstelik gelişmekte olan ülkeler daha
Öte yandan, sıcak para akışında da sorun gözlenmiyor. 2006 yılında toplam 7 milyar dolar sıcak para ülkeye girmişti. 2007 yılında ise bunun hızlandığı gözleniyor. Banka ve diğer kuruluşların yurtdışından elde ettiği kredi borçlarını bir yana, içeriye giren para döviz gelir-gider açığını aşıyor. Kısacası 2007 yılında iç siyasal riskler belirmez yahut dış ekonomik konjonktürde değişikler olmazsa, döviz cenahında bir değişim beklenmiyor. Yabancı yatırımın bu aralar Türkiye'ye oluk oluk aktığı biliniyor. Doğrudan yatırımların boyutu geçen yıl 19 milyar doları buldu. Bu yıl ise 25 milyar doları aşması bekleniyor. Cari açığın bu yıl bir miktar düşeceği düşünülürse belki de tamamı böylece kapanmış olacak. Gerçi 2007 yılına ilişkin iki temel risk dış konjonktürün değişmesiyle iç siyasal belirsizlikler ya da gerginlikler son derece belirgin. Örneğin, dış konjonktürün değişmesi olasılığı küresel olarak mali piyasaları sürekli sarsıyor. Japonya'da faizlerin yükseleceği, ABD'de de faizlerin yakın zamanda düşmeyeceği görülüyor. Yani likiditenin önceki yılların aksine artmayacağı düşünülüyor. Aslına bakarsanız 2005 yılında 13.5 milyar dolar olan sıcak para 2006 yılında bir miktar düştü. Ama biz