Gösterge Mitingde atılan birçok slogana katılmadığımı peşinen belirteyim. Türk ordusunun vatan sevgisine, cumhuriyete bağlılığına zerre kadar kuşkum yok. Fakat mitingdeki konuşmalarda sıklıkla ordunun siyasal süreçte olması vurgulandı. Oysa ben ordunun siyasal süreçlere sokulmasına karşıyım. Zaten tam bu nedenle, ordu değil, gelişmelere sivil halk tepki göstermeli diye mitinge katıldım. Pazar günü Çağlayan'da düzenlenen miting için 11 yaşındaki kızım Yasemin ile 9 yaşındaki kızım Nilüfer'i alarak yollara düştüm. Yaşlarının küçüklüğü ve izdiham kaygısından mitingin tamamında bulunamadık. Gerisini medyada izledik. Okurlarım bu yaştaki kızlarımı alıp mitinge katılmamın nedenini merak edebilir. Kızlarımın her uygar ve demokratik birey gibi ülke sorunları karşısında daha bu yaştan duyarlı olarak büyümelerini istiyorum. Öte yandan, tıpkı Ankara mitingindeki gibi AB karşıtı sloganları da gereksiz buldum. Gerçi Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne yakın sürede alınacağını pek sanmıyorum. Üstelik Avrupa'nın bir kesiminin Türkiye hakkında pek içten duygular beslemediğini görüyorum. Türkiye'nin hassas olduğu her konuda çomak sokuyorlar. Buna rağmen Türkiye'nin Avrupa içinde yer alma çabasının tüm
Gösterge Bugünkü başbakan da (olasılıkla Korkut Özal'ın telkinleriyle) başkanlık sistemini uzun süredir savunuyor. Bu yasama döneminde gerekli anayasa değişikliklerini yapmak mümkün görünmediğinden şimdilik mevcut sistemde Köşk'e çıkmak istedi. Olmadı! Olsaydı, tıpkı Özal gibi aşağısını da yöneteceğini sanıyordu. İlginçtir, Özal cumhurbaşkanı olup da kendisini yetkisiz bulunca sistem değişikliği talep etmeye başladı. Haklıydı. Çünkü asıl yetkiler başbakandaydı. Her ikisinin yetkilerini toplayabilmek için ise başkanlık sistemine geçmek gerekiyordu. Özal'ın Köşk'te savunduğu bu sistemi, Erdoğan daha baştan başbakan olur olmaz savunmaya başladı. Yıllar önce Turgut Özal başkanlık sistemini ortaya attığında kimi neo-liberal aydınlar bunu hemen benimseyiverdi. Hatta hâlâ savunurlar. Bu sistemi bir panacae (kurtuluş sağlayan yegâne çözüm) gibi görüyorlar. Oysa çoğu anayasa hukukçusu ve siyaset bilimcisi bu raya girmemiştir. Çünkü Türkiye'nin toplumsal yapısı veya siyasal gelenekleri başkanlık sistemiyle bağdaşmaz. Acaba neden bu kadar fazla güç isteniyor? Sultanlıktan mı kaynaklanıyor? İnsanın aklına ister istemez hep haksız yere Meclis'in üçte ikisini toplayanların başkanlık sistemine
Gösterge 1) Erdoğan Cumhurbaşkanı-Gül Başbakan: Bu seçenek tam bir AKP hegemonyası getirecek ve ülke çok gergin bir ortama girecekti. Köşk de dış temsil açısından bir hayli güven yitirecekti. Neyse ki atlatıldı. Zaten Erdoğan ve bazı yakınları dışında bunu kimse istemedi.2) Parlamentoda uzlaşılan aday-Erdoğan Başbakan: Bu seçenek Türkiye'de büyük bir ferahlama sağlayacaktı. Ancak kim kimi suçlamayı daha kolay bulursa bulsun, Erdoğan kendi olamazsa, diğer adayı bizzat belirlemek istedi. Bu fırsat da kaçırıldı.3) Parlamentoda uzlaşılmayan, ancak kabul görecek bir aday-Başbakan Erdoğan: Bu opsiyon Köşk'ün AKP egemenliğine girmesini sağlamasa da siyasal gerginlikleri azaltacaktı. Çünkü başında muhalefet destek vermese de daha sonra bu yeni isme saygı göstermek zorunda kalacaklardı. Oysa AKP içindeki radikal tavırlar buna izin vermedi.4) Çekirdek kadrodan birini Köşk'e aday çıkarma-Başbakanlıkta Erdoğan'ın kalması: Anlaşılan bu opsiyon bir optimum oluşturdu. Hem milli görüşten ödün verilmemiş olundu, hem de Erdoğan'ın kişisel olarak güvendiği biri aday yapıldı. Üstelik Gül Dışişleri Bakanlığı gibi bir mevkide bulunduğundan dış temsil yeteneği de sorun olmayacaktı.Artık devletin başı
Gösterge Ancak SHP'nin elinde ekonomiyle ilgili bir tek Sanayi Bakanlığı vardı. Takımdaki akademisyen arkadaşım Prof. Erol Katırcıoğlu o zamanlar rekabet konularına odaklanıyordu. Rekabet Yasasını çıkarma fikri ilk ondan geldi. Ben de "Tüketici yasası çıkaralım" deyince, esnafla ilgili de bir genel müdürlük kurmayı projeye sokup adına "Ekonomide Demokratikleşme Paketi" dedik. Bunların hepsi gerçekleşti. Ama ekonomide demokrasi mücadelesi hâlâ sürüyor. Bundan tam 15 yıl önce DYP-SHP koalisyonunda Erdal İnönü Başbakan Yardımcısı olmuş ve beni ekonomik işlerden sorumlu Başdanışman yapmıştı. Ben de bazı kamudan ve üniversiteden arkadaşlarla bir takım kurmuş, heyecanla bir şeyler tasarlamaya çalışıyordum. Açıkçası, ülkemizde rekabet yasası çıkarmanın zorluklarını işin başında görüyorduk. Mamafih, koalisyon protokolünde bu projelerin yer alması ortağımızı ikna etmemizi epeyce kolaylaştırdı. Geriye kalan büyük iş dünyasını Roma Antlaşması'nın ilgili maddelerini göstererek ikna ettik. Bu arada birçokları bu yasanın Gümrük Birliği sürecinde AB tarafından dayatıldığını sandı. Oysa onları devreye sokan bizdik. Kaldı ki öyle olsaydı bugün AB'ye tam üye olan yeni ülkelerin hepsinde böylesi
Gösterge Askerdeyken birimiz "Erken terhis varmış, haberi bir komutandan duydum" diye tevatür üretirdi. Aradan birkaç gün geçer aynı dedikodu değişerek geri dönerdi: "Kara Kuvvetleri komutanının yeğeni söylemiş. Dönemin bitmesinden 14 gün önce salacaklarmış!" öylesine sahici gelirdi ki ilk uyduranın biz olduğunu unutur, bu sefer kendimiz inanırdık. Artık günümüzde küresel etmenleri hesaba almazsak, makul bir ekonomik analiz yapamayız. Bilmemiz gereken en önemli küresel özellik de dünyadaki faizlerin düşüklüğü. Bu da likidite bolluğu doğuruyor. Bunun sonucunda üç kanaldan yurtiçine yüksek boyutta sermaye giriyor. Son haftalarda "Sakın ha inanmayın" başlıklı bir dizi yaptık. Bu diziyi kaleme almamızın nedenleri var. Çünkü uzun zamandır ekonomi çevrelerinde aldanmalar oluşmaya başladı. Hani bir söz vardır; bir yanlışı sürekli söylerseniz sonunda inanmaya başlarsınız. Birincisi, sıcak para dediğimiz portföy yatırımları var. 2003-2006 döneminde ülkeye tam 64 milyar dolarlık sıcak para girişi olmuş. İnanılmaz bir rakam! İkincisi, aynı dönemde ülkeye 34 milyar dolarlık doğrudan yabancı sermaye girmiş. Bunun da yüzde 87'si son iki yılda. On yıl önce hayal bile etmeyeceğimiz rakamlar
Gösterge Hükümetin iki tezi var: Cari işlemler açığı yabancı sermayeyle finanse ediliyor. Dış ticarette açık büyüse de ihracat çok hızla artıyor. Kısacası, dış denge sorunu görmezden geliniyor.İthalatın bu denli hızlı artmasının nedeni belli: İç tüketim krizden bu yana milli gelirden hızlı artıyor, yani ithalat talebi daha güçlü. Tabii kurun düşük olması da buna neden oluyor. Öte yandan ihracat performansında döviz kurunun ters yönde çalıştığı biliniyor. Kur değerlendikçe ihracat zorlanıyor. Örneğin geçen yıl mayıs dalgalanmasından sonra ihracat tekrar bir momentum kazanmış, fakat zamanla kurun yeniden değer kazanmasıyla bu hızını yitirmişti. İhracat döviz kuruna bağlı olduğuna göre, bu olumsuz konjonktürde artabilmesi için hükümetin bazı adımları atmış olması gerek. Oysa hükümet ihracatın artması için aldığı tek önlem, geçen yıl tekstilde uygulanan KDV'yi yüzde 18'den yüzde 8'e indirmekti. Bu da hiçbir olumlu etki yapmadı. 2000'den itibaren ihracat yeni bir hız kazandı. O zaman 30 milyar dolardı. Şimdi 91 milyar dolara dayandı: Yani 3 kat oldu. AKP hükümetinde ise ihracat yüzde 127 arttı. Ama yine de Türkiye inanılmaz bir dış açık veriyor. Cari işlemler açığı 30 milyar doları
Gösterge Önce bütçe fazlasının nasıl elde edildiğine bakmak gerek. Tabii olması gereken faiz-dışı harcamaları belli bir disiplin altına almak.. 2006 yılında bütçe hedeflerinin nasıl aşıldığı biliniyor. Birincisi faiz-dışı harcamalar üzerinde hiçbir tasarruf yapılmadı. Rakam ortada: artış oranı yüzde 17! Yani enflasyonun üstünde. Bununla beraber bütçe açığı küçüldü ve faiz-dışı fazla arttı. Çünkü bu süreçte hem vergi gelirleri arttı, hem de vergi-dışı gelirler. Vergi gelirleri ekonomik canlanma sonucu KDV, ÖTV ve diğer ithalat vergileri gibi gelirlerden sağlandı. Vergi-dışı gelirler ise özelleştirmeden. Kısacası her iki gelir kalemi de geçici. Nitekim 2007'ye gelindiğinde iki gelir kaleminden biri (dolaylı vergiler) tökezlemeye başladı. Uzun yıllardır ilk defa Tayyip Erdoğan'ın başbakanlığı sürecinde, 2006 yılında, bütçe açığı bir önceki yıla göre çok ciddi ölçüde düzelme gösterdi. Bu gerçeği inkâr etmek mümkün değil. Ancak birçokları bunun mali disiplin sayesinde elde edildiğini düşünüyor. Oysa bu palavra! Çünkü ortaya çıkan faiz-dışı fazlalığın ardında çok farklı nedenler yatıyor. Durgunluk haliyle gelirlere yansıyor. Nitekim bu yıl bütçe gelirleri ilk 3 ayda geçen yılın aynı
Gösterge Özellikle neoliberal kesime göre Erdoğan'ın adaylığına karşı çıkmak darbe çığırtkanlığı anlamını taşıyor. Hatta kimileri bunun çözülemeyen kimi toplumsal sorunlara da çıkış yolu olacağını savunuyor. Örneğin askerin siyaset üzerindeki antidemokratik müdahalesi azaltılabilir, ulusalcı ve AB karşıtı zihniyet mahkûm edilebilir, vb. Tayyip Erdoğan'ın cumhurbaşkanı olması toplumda ciddi bir çatışma konusu oldu. Taraflardan bir bölümü, Erdoğan'ın Köşk'e çıkmasının onun demokratik ve anayasal hakkı olduğunu, dolayısıyla her türlü tepkinin demokratik anlayışa aykırı olduğunu savunuyor. Anayasa açık: ilk iki turda olmasa da Meclis'te salt çoğunluğu bulan cumhurbaşkanı seçilir. Tepki duyanlara gelince. Bunlar çoğunlukla, ifade edemeseler de Erdoğan'ın eşinin başının bağlı olmasından tutun da, onun zihniyetinin berisinde dinci özlemler bulunmasından kaygı duyuyor. Nitekim 14 Nisan mitingi bu duygularla yapıldı.Başka görüşler yok mu? Elbette var. Bize kalırsa AKP içinde kimileri Köşk'ü ele geçirilebilecek nihai kale olarak görüyor. Örneğin Meclis Başkanı Arınç açıkça, 14 Nisan'daki mitingi dindar birinin cumhurbaşkanı olmasına tepki olarak niteliyor. Erdoğan'ın gizli Köşk müttefiki