2004 yılını bitirmek üzereyiz. Krizden bu yana neredeyse dört yıl geçmiş. (Kasımı krizin başlangıçı alırsak tam dört yıl bitti.) Az değil, tam dört yıldır IMF destekli ve çok sıkı bir ortodoks istikrar programı uygulanıyor. Bu dört yılın sonunda neler elde edildi, neler elde edilmedi ciddiyetle değerlendirmek gerek. Çünkü 17 Aralıkta Türkiye farklı bir yörüngeye girince, artık farklı ekonomi politikaların uygulanması zorunlu. Bunları tartışmak ve tasarlamak gerek.Enflasyon düştü. Bu yadsınamaz. Üstelik paradan sıfır atabilecek kadar düştü. Ciddi boyutta cari işlemler açığına neden olsa da, birkaç yıldır yüksek sayılabilecek büyüme hızları elde ediliyor. İhracatta çok hızlı bir büyüme sergileniyor. Kamu bankacılığında son iki yıldır pek bir şey yapılmasa da, zarara neden olacak işlemlerden kaçınılıyor. Bunlar olumlu gelişmeler.Ancak bozuk olan bankacılık sisteminin düzeldiği iddia edilemez. Mali derinleşmenin hızlanması ve sistemin büyümesi gerekiyor. Milli gelirden bile küçük bir aktif toplamıyla bankacılık, AB standartlarıyla, olsa olsa güdük kalmış bir sektör olarak değerlendirilebilir. Kaldı ki, sektörde verimlilik çok düşük. Kamuda banka sayısı anlamsız biçimde fazla. Özel
Yılın ilk 9 ayında 70 milyar doları aşan bir ithalat faturası, yıl sonunda 90 milyar doları aşacağa benziyor. Bu elbette doğru bir gelişme değil. Keşke cari işlemlerde denge sağlanabilse. Hatta dış ticaret dengesi oluşsa da, ülke bol bol net döviz kazansa.Ancak oluşan cari işlemler açığı büyük bir sıkıntı yaratmıyor. Çünkü birincisi, bu açık yıl sonunda 14 milyar doları bulsa da, kritik eşik olan yüzde 5i aşmış olmayacak. Ancak üç yıl üst üste verilen cari açığın mahzuru da ortada. Kaybedilen dövizler ancak borçla karşılanıyor. İkincisi, son birkaç aydır ithalattaki aşırı artış hız kesmiş görünüyor.Özellikle sermaye malları ithalatının eylül ayında makul bir düzeye indiği gözleniyor. Kaldı ki, 2005 yılında ithalat daha da normal bir düzeyde seyredecek, çünkü 2005 yılında daha düşük bir büyüme bekleniyor. Üçüncüsü, artık kur dalgalı. Eğer cari işlemler dengesi sürekli açık verirse, döviz talebi artacak ve kur yukarı giderek denge yeniden sağlanacaktır. Burada tek sıkıntı; bu kur artışının çok hızlı olmaması gerektiğidir, yani enflasyonist beklentilerin etkilenmeyerek kamunun borç dinamiği üzerinde olumsuz bir etki yaratmaması gerekmektedir. Nihayet unutmayalım, 35 milyar doları
ABDde enflasyon Türkiye kadar hızlı açıklanmıyor. Bunun da temel nedeni, daha ayrıntılı bilgilerin elde edilmesi için harcanan zaman. Salı günü açıklanan tüketici fiyat endeksinin ekim ayında yüzde 0,6ya çıktığını, ertesi gün de açıklanan üretici fiyatları maliyetlerdeki inanılmaz artışa işaret ediyordu; yüzde 1,68.Açıklama öncesi ABDde tüketici enflasyon beklentisi yüzde 0,3tü. Çünkü bir ay önce enflasyon yüzde 0,2ydi. Ekim gerçekleşmesi ise şaşırttı. Toptan eşyada da benzer bir gelişme vardı. Geçen ay artış yüzde 0,1di. Bu ayın beklentisi yüzde 0,5ti ama gerçekleşme astronomik oldu!Bu artışın gerisinde temel olarak artan petrol fiyatları var. Dikkat edilirse, henüz tüketici fiyatları hortlamış değil. Üstelik çekirdek enflasyonda bir artış olsa da, bu eylül ayından daha yüksek değil. Hatta ara mallarında fiyat artışları düşüyor. Ancak işlenmiş yakıtlar, hammaddeler ve gıda dışı mallardaki fiyat artışlarının ekim ayında yüksek olduğu gözleniyor.Gelelim bize. Eylül ayında toptan eşya fiyatları yüzde 1,8, tüketici eşya fiyatları da yüzde 0,9 artış göstermişti. Bu, hem enerji fiyatlarındaki artışı, hem okulların açılışını, hem de gıda mallarındaki fiyat artışlarını yansıtıyordu. Ekim
Artık serbest dalgalı kur sistemindeyiz. Bu sistemde döviz kurunu arz ve talep belirliyor. Arz fazlaysa yapacak bir şey yok. Demek ki, bu kurla yeterli ölçüde ihracat yapılıyor. Ancak bunun yanı sıra, yurt içinde tasarrufları olan ve bunları bozarak TLye dönenler var. Diğer bir ifadeyle, içeride döviz bozanlar olmasa kur daha yukarıda, ihracat da çok daha fazla olacak.TLye olan güvensizlik ve sürekli enflasyon kadar devalüasyon politikası nedeniyle yıllar boyu tam 52 milyar dolarlık döviz tevdiat hesabı biriktirilmiş; bu toplam mevduatın yüzde 44ü. Üstelik daha yurt dışında bu miktarın neredeyse 2 katı var.İşte gerek reel faizlerin yüksekliği, gerekse ekonomik istikrar havasının yaygınlaşması, dövizlerin sürekli bozulmasına neden oluyor. 52 milyar dolar TLye döndükçe, TL değer kazanıyor. Üstelik cari işlemler açığı varken. Oysa cari işlemler açığı varken TLnin değer kaybetmesi gerekir. Ve bu yanlış süreç tam 3 yıldır sürüyor. Buna son vermek için de elde tek mekanizma var; o da Merkez Bankasının döviz satın alması.Gerçi Merkez Bankası (MB) sık sık ihalelerle döviz satın alıyor ve kura müdahale ediyor, ama bu yetersiz kalıyor. Üstelik MB bu kadar döviz rezervini ne yapacak? Gerçi
Malum, ekonomide rekabet varsa fiyatlar da makul kar düzeyinde olur ve tüketiciler aşırı bedel ödemez. Üstelik piyasada rekabetçi yapı yoksa kaynak dağılımı da yanlış olur. Gelir dağılımı bozulur. Her türlü dengesizlik gelişir.Rekabeti sağlamak için ya satıcı ve alıcı sayısını çoğaltmak gerekir ya da alıcı ve satıcıların birbirleri hakkında tam bilgi sahibi olması. Tabii, her ikisi olursa rekabet ortamı daha rahat sağlanır. Diyelim ki, az sayıda satıcı var (ki buna ekonomide oligopol diyoruz), tüketici mutlaka zarar görmeyebilir. Rakip firmalar aynı boyuttaysa ya da birbirleri hakkında tam bilgi sahibiyse, rekabet aynı sertlikte sürebilir. Öte yandan, çok sayıda satıcı olsa da, birbirleri hakkında herhangi bir bilgi akışı yoksa, rekabet ortamı oluşmaz. Yani bilgi kritik öneme sahip.Bununla beraber geleneksel rekabet politikaları satıcıların çokluğuna dayanıyor. Ve rekabetin olmadığı ortamlarda tüketici zarar gördüğü için, birçok ülke rekabet kurulları oluşturuyor. 1995 yılı itibariyle de ülkemizde böylesi bir kurul oluşturuldu. Ve giderek etkinlik kazanıyor.Tabii rekabet her ülkede aynı yöntemlerle uygulanmıyor. Mesela ABDde firma çok büyürse ve rekabet zarar görebilir kaygısıyla,
Önce Ramazan ayını değerlendirelim. Ramazan ayında ticaret hayatında yavaşlama gözlenir. Sabah sahura kalkıldığı için işe geç gidenler ya da iftar nedeniyle işten erken ayrılanlar ticaret hayatına rehavet getirir. Ve bu da ekonomiye yansır. Ancak bu rehavet havası Arap ülkeleri gibi yaygın olmadığından etkisi sınırlıdır. Yani abartmamak gerekir. Kaldı ki, sanayi kesiminde böylesi bir tutum pek gözlenmez.Ramazan ayında özellikle gıda mamullerinde fiyat artışları gözlenir. Nitekim, geçenlerde açıklanan tüketici fiyatlarının birdenbire artmasında gıdanın açık bir rolü gözlendi. Demek ki, gıda tüketiminde ciddi bir artış oluyor. Kaldı ki, CNBC - enin her ay açıkladığı tüketim endekslerinde gıda verileri bu gelişmeyi onaylıyor. Örneğin ekim ayında perakende satış endeksi (PSE) içinde gıda yüzde 7.7 artmış. Ancak aynı dönemde konut yüzde 30, otomotiv ve beyaz eşya satışları ise yüzde 10 düşmüş. Demek ki, ramazanda tüketiciler kendilerini yiyeceğe veriyor ve diğer alışverişleri erteliyor. Üstelik Ramazan ekimin yarısında başladı ve ikinci yarısı da kasıma sarktı. Kısacası, gıda üzerindeki etkisi görünenden çok daha fazla.Eskiden bayramlarda büyüklere gidilir, el öpülürdü. Kent yaşamı ve
Bilgi toplumların en önemli serveti olduğuna göre, eğitim politikaları büyük önem taşıyor. Toplumsal sorunların temelinde hep eğitimsizlik yatmıyor mu? İşte bu hedefle Prof. Üstün Ergüder liderliğinde dört kuruluş Eğitim Reformu Girişimini başlatmış (Sabancı Üniversitesi, Çocuk Eğitim Vakfı, Açık Toplum Enstitüsü ve Özel Okullar Birliği Derneği). Çalışma geçtiğimiz ay Can Fuat Gürlesel tarafından yayımlandı. Krizin aynı zamanda bir fırsat anlamına geldiğini biliyoruz. Ancak Türkiye krizler dışında da fırsatlar aramalı. Özellikle ABye girebilmek için. Türkiyenin nüfusunun genç ve büyük olması bir avantaj değil. Bunun avantaj olabilmesi için bu nüfusun eğitimli olması gerekiyor. Çalışma birçok önemli bulguları içeriyor. Çalışmada önce nüfus ve yapısı inceleniyor. Çünkü bir eğitim planlaması ancak gelecekteki nüfusa göre, yani ihtiyaçlara göre yapılabilir. Birincisi, Türkiyede nüfus artışı beklenenin üzerinde yavaşlıyor. Bu olumlu. Böylece şu anda 70 milyonu aşan nüfus 2050de sabitlenecek. 2025te 90 milyona yaklaşacak olan Türkiye nüfusu 2050de 100 milyonda kalacak. Ve her 5 Avrupalıdan biri de Türk olacak. İkinci önemli konu, çocukların oranının (0-14 yaş) azalıp (son yirmi yılda
Malum bütçenin neredeyse üçte biri faize gidiyor. Daha önceki yıllarda bu, bütçenin yüzde 47sine kadar çıkmıştı. Ama hala çok fazla. Bütün amaç da bunu azaltabilmek. Böylece devlet altyapıya ve sosyal harcamalara daha fazla kaynak ayırabilecek. Bunun bilinen iki temel yöntemi var: Biri reel faizleri düşürmek, diğeri de vadeyi uzatmak. Ancak enflasyon düşerken vadeyi uzatmak mahzurlu. Çünkü nominal faizler sabit olduğundan, ödenen reel faiz de yükselmiş oluyor. Geçen hafta basında yine Hazine bonolarının vergilendirilmesi konusu vardı. Mali yatırımların vergilendirilmesi öteden beri çok tartışmalıdır. Tartışmada iki taraf vardır. İlk taraf daha çok gelir dağılımı ve sosyal adalet duyarlığı taşır. Ve tabii bir de bütçe denkliği. İkinci taraf da, daha çok pragmatizmin arkasına saklanarak, aslında mali serbestleşmeyi savunur. Düşünün bir kez; 2005 enflasyon hedefi yüzde 8, 2006 enflasyon hedefi de yüzde 5. Şu anda bono faizleri de yüzde 23 civarında. Şu anda 24 ay vadeli iskontolu bono bulunmasa da (mayıs 2006 en uzun vadeli bono), kasım 2006ya dek bono olsa reel olarak toplamda yüzde 34e yakın faiz alınmış olacak. Bu da müthiş bir servet biriktirme aracı oluyor. Anlaşılan son