Nüfusun en az yüzde 12sinin şu veya bu biçimde engelli olduğu hatırlanırsa, konunun önemi anlaşılır. Ülkemizde doğrudan bedensel veya zihinsel engelli olan 2 milyon, ayrıca süreğen hastalığı olan 7 milyon insan var. Ancak ülkemizde bu konudaki duyarlılık çok sınırlı. Bunun da temel nedeni ülkemizdeki gündemi toplumun kendisi belirleyemiyor. Medya, bilinen birkaç yazar, bazı dış çevreler ülkemizde tartışılması gereken konuları saptıyor. Genellikle de toplumun çoğunluğunun ıstırabı olan konular dile gelmiyor. Yoksulluk ve işsizlik hakkında yazı yazmak sanki demode bir uğraş. Milyonların sorunu dururken, binlerin sorunu (mesela türban) tozu dumana katıyor.Oysa Avrupa Birliği eşiğine gelmiş bir ülkenin kendi içindeki engellilerin topluma kazandırılmasına yönelik birçok çalışması olması gerekir. Nerede?! Bizde çalışmalar hep vicdani. Herkes engellilere acıyor, ama ortada pek bir şey yok. Üstelik engelliler kendilerine acınmasını değil, topluma kazandırılmaları için fırsat eşitliği istiyorlar.2005 engellilerin istihdam yılı ilan edildi. Neden bu konu dile getirilmedi? Gerçekten engelliler hukukun gerektirdiğinden daha az iş olanağı buluyor. Örneğin, 2003 yılında 31 bin engelli iş aramak
Faiz vergilendirilmeli mi? Reel faizler çok yüksek ve Hazinenin bu hatasını Maliye örtmek istiyor. Yani ödenen faizin bir kısmı geri alınmaya çalışılıyor. Reel faizler makul düzeylerde kalsaydı, elbette buna gerek kalmayacaktı. Çünkü ödenen faizler hem bütçeyi darmadağın ediyor, hem de gelir dağılımını ciddi biçimde bozuyor.Bononun vergilendirilmesinde iki yöntem var. Birincisi, bonodan doğrudan vergi alınması, ki buna stopaj diyoruz. Yani faizin ödeneceği anda Maliye (olasılıkla bankalar aracılığıyla) vergiyi tahsil ediyor. İkincisi de, yıl sonunda elde edilen faiz gelirlerinin diğer gelirlerle birlikte değerlendirilerek vergi matrahı olması.Farkları sıralayalım. Doğrudan stopajla vergi alınmasına başlıca eleştiri, nominal faizlere yansıdığıdır. Kısacası, yatırımcının belli bir net kazancı hesaplandığından stopajı üstüne koyarak faiz talebinde bulunduğu ve bunun da nominal faizleri artırdığı söylenir. Üstelik stopajla vergi alındığında, eldeki bono miktarı ne olursa olsun aynı oranda vergi verilir. Gelir arttıkça vergi oranı artmaz ve bu sosyal adalet açısından sakıncalıdır. Öte yandan alım - satım yaparak elde edilen kazançlar piyasa içinde fiyatlandığından ayrıca
Son haftalarda euro/dolar paritesi 1.35e dayandı. Böylece son üç yılda dolar euroya karşı yüzde 35, yene karşı da yüzde 24 değer kaybetti. Bu inanılmaz değişim gerçekten herkesi şaşırtıyor. Geçen hafta The Economist dergisinin de sorguladığı gibi acaba dolar bir ulusal rezerv olmaktan mı çıkıyor? İşte bu soru işin en kritik tarafı. Gerçekten euro diğer konvertibl paralar karşısında değer kazanmıyor. Yani euro kullanan ülkelerin dış ticaretini etkileyen bir değişim söz konusu değil. Asıl değişim dolarda. Dolar düşüyor. Ve tüm diğer para birimlerine karşı değer yitiriyor. Euro yükseliyor mu? Elbette temel sorun, ABDdeki inanılmaz dış ticaret açıkları. ABD ekonomisi yılda 500 milyar dolardan fazla dış ticaret açığı veriyor. Hatta tahminlere göre 2006 yılında cari işlemler açığı 825 milyar doları bulacak. Bu da ABD milli gelirinin yüzde 6.4ü ediyor. Bunun finansmanı için ciddi bir sermaye girişi gerek. Ancak ABDde 11 Eylül sonrası faizler hayli düşük hale geldiği için bu kaynak sağlanamıyor ve dolardaki değer kaybı sürüyor. Yani artık istenildiği kadar ne sıcak ne de soğuk para Amerikaya giriyor. Unutmayalım, dünyada 11 trilyon dolarlık ABD borç senedi stoku var. Dolardaki düşüş bir
Mayıs ayından sonra, temmuz ve ekim verilerini bir yana bırakırsak, TGEnin yılın ilk aylarındaki performansının artık sürmediği dikkat çekiyor. Yılın ilk altı ayında 125 düzeyinde seyreden TGE, daha sonra (istikrarsız da olsa) 10 puana yakın düşmüş. Bu da son derece anlamlı.Bir başka veri otomotivdeki satışlar. Özellikle iç piyasada satılan binek otomobil rakamlarına bakarsak, yılın ilk iki ayında ortalama 25 bin, daha sonra hazirana dek ortalama 50 bin ve son beş aydır da ortalama 35 bin araba satıldığını görüyoruz. Demek ki, dayanıklı tüketim malı satışlarında TGEdeki gelişmeyi destekler bir seyir gözleniyor.Dış ticaret verileri de bu gelişmeleri desteklemeye başladı. Önceki gün açıklanan verilerde ithalatta ekim ayındaki artış geçen yılın aynı ayına göre yüzde 21di. Oysa bu artış bir ay önce yüzde 35ti. Demek ki, artış hızı düşüyor. Bu da belli bir soğuma ifade ediyor.Bunun yanı sıra, doğrudan üretim rakamlarına da bakabiliriz. Tabii aylık olarak elimizde sadece sanayi üretim rakamları var. Bunlar bir önceki yılın aynı ayına göre olduğundan iki yıllık artışı ele aldık. Böylece mevsimsel ve yıllık etkilerden biraz arınmış olunuyor. (Taban, yani geçmiş yılın, etkisi ortadan
Oysa, ekim verilerine göre ihracatın artış hızında düşüş izleniyor. Gerçi aynı biçimde ithalatta da düşüş var. Demek ki, dış ticaret ekim ayında birdenbire daralmaya başlamış. Eylül ayında geçen yılın aynı ayına göre ihracat artışı yüzde 35 iken, şimdi bu artış yüzde 18e düşmüş. İthalat artışı da yüzde 35ten 29a düşmüş. Dikkat edilirse, ihracattaki düşüş daha fazla.Demek ki, dış ticaret hacmindeki daralma ile ihracattaki yorulma alameti bir arada yaşanmış. Hangisinin daha egemen olduğunu kestirmek için henüz erken. Ancak ihracat düşmeye başladığında bunun ithalata da etkisi oluyor.Aşağıdaki tabloda geçtiğimiz yirmi yılda ortaya çıkan büyüme ile onun yarattığı döviz dengesi gösteriliyor. Bu dönemde ülke ekonomisi yüzde 5-6 arasında büyüdüğü zaman cari işlemler aşırı açıklar vermemiş. Ancak daha fazla bir büyüme ortaya çıktığında döviz dengeleri, aşırı ithalat talebiyle, bozulmuş. Üstelik yüzde 5 civarında bir büyüme de sürekli elde edilememiş.Artık AB kapısına geldik. Büyük bir nüfus ve düşük bir kişi başına gelirle ABye girişte zorlanıyoruz. Daha yüksek bir büyüme hızı elde etmek gerek. Ama gerek yüksek reel faizler, gerek üretim ve yatırım kapasitelerinin durumu nedeniyle bu da
İşlerin iyi gittiğini ve AKPnin ekonomide başarılı olduğunu iddia edenlere soralım; IMF devreden çıkarsa ne olur? Piyasalardaki olumlu hava bozulur deniyorsa, istikrar kalıcı biçimde sağlanamamış demektir. Kaldı ki, bu durum faizlerin yüksekliğinden de belli. O zaman AKP hükümetinden çok, IMFyi başarılı nitelemek daha doğru.Zaten piyasalar da ekonominin IMFye ihale edilmesinden gayet memnun. Ancak kimse yanılmasın; piyasalar "IMFsiz işler daha kötü gider" diye memnun. Yoksa çeşitli ülkelerde uygulanan IMF programlarının çoğu hüsranla sonuçlandı. Türkiyede bile 2000 programı çökmedi mi? Kısacası, AKP hükümetine güven pek yok ki, bari IMF devrede olsun isteniyor.Gelelim AKPnin ikinci dayanağına. 17 Aralıkın tatlı rüyasına kapılmış gidiyoruz. Sanki o tarihte Avrupa Konseyi Türkiyeyi hemen tam üyeliğe alacak. İnanmışız bir kez; Tayyip Erdoğanın bizi ABye sokacağına. Gaflet işte! Oysa daha çok yolumuz var. Kaldı ki, Türkiyenin ABye tam üye olmasının önü tam beş yıl önce Helsinki zirvesinde açılmadı mı? Daha da ötesi, Tayyip Erdoğanın hatası 1 Mart 2003te Mecliste ters tepmeseydi, AB yerine Felluceye gitmeyecek miydik? Bizi Allah kurtardı.Şimdi ortalık netleşiyor. 17 Aralık öncesi AB
İşler bu kadar zorsa, neden katlanıyoruz? Çünkü AB bir siyasal bütünlük ve onun içinde yer almanın çeşitli yararları var. Bu yararlardan biri de yabancı sermaye. ABye tam üye olursak, ya da olacağımız belli olursa ciddi miktarda yabancı sermaye çekerek zenginleşeceğimizi umuyoruz. Büyük bir pazara sahip olan Türkiyenin Avrupadan, hatta diğer ülkelerden sermaye çekmesi bekleniyor. Peki, bu ne kadar doğru?Tabloya baktığımızda 1996 yılında elde edilen yabancı sermaye ile 2003 yılında elde edilen yabancı sermayeyi (tablo birikimli olduğu için 2003 yılından 2002 yılı çıkarılmalıdır) karşılaştırırsak pek bir fark olmadığı ortaya çıkmaktadır. Mesela Çek Cumhuriyeti 1996 yılında 1.17 milyar euro, 2003 yılında ise 3.4 milyar euro çekmiştir. Romanyada ise artış dikkate değer olmuş: 1996da 243 milyon dolar, son yıl ise 762 milyon dolar. Polonyada ise düşüş başlamış; 3.1 milyar euro çekerken, son yıl 2.3 milyar euro çekmiş.1995ten bu yana Türkiye 11 milyar euro yabancı sermaye çekmiş. Yani 14 milyar dolar kadar. Bu rakam 11 ülke içinde dördüncü olsa da, kişi başına çektiği yabancı sermaye en sonda yer alıyor. Diğer 10 ülkenin son dokuz yılda kişi başına çektiği yabancı sermaye ortalama olarak
2007 yılında ABye tam üye olacak bazı ülkeler var. Türkiye ise en iyi olasılıkla bunlardan sonra ABye girecek. Belki 2014, belki daha sonra. Ancak durumumuzu değerlendirebilmek için Türkiyeyi bu ülkelerle karşılaştırmakta yarar var.Türkiye nüfusu ABye üye olmakta olan ülkelere göre çok fazla. Neredeyse 13 ülkenin toplam nüfusuna yaklaşıyor. Kişi başına düşen gelir ise bir tek Bulgaristandan ve Romanyadan yüksek. Ancak Türkiye pahalı. Satın alma gücü paritesiyle (SAGP) birlikte değerlendirildiğinde ortalama Türk vatandaşı en fakir Avrupalı haline geliyor.Türkiyenin güçlü döviz rezervleri var. Tıpkı Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan gibi. Gerçi bizde ciddi bir cari açık var. Ama unutmayalım aynı zamanda bizde dalgalı kur sistemi var.Türkiyenin diğer aday ülkelere göre çok ciddi bütçe açığı var. Çek Cumhuriyetinden sonra listede ikinci. Ancak Çek Cumhuriyeti rahat. Çünkü kamu borcu sorunu Türkiye gibi değil. Bu nedenle hiçbiri Türkiyenin gösterdiği mali disiplin başarısını gösteremiyor. Dikkat edilirse, Türkiye tüm aday (ya da yeni ülkeler içinde) en fazla faiz dışı veren ülke. Ancak bu da Türkiyenin iradesini gösteriyor. Hem borcu azaltmada hem de enflasyonu yenmede.Türkiyenin