Bölgede Kuş Cenneti'nin olması dolayısıyla bu virüsü (H5N1) göçmen kuşların getirdiği sanılıyor. İşin asıl kaygı veren tarafı ise, ülkenin büyük tavuk çiftliklerinin bu bölgede yer alması. Diğer bir deyimle, salgın hastalığın tüm tavukçuluk sektörünü vuracağı görülüyor. Aylardır Avrupa'da kuş gribiyle yatılıp kalkılıyor. Önceki gün Avrupa Komisyonu Türkiye'den kanatlı hayvan ithalatını yasaklayınca, Tarım Bakanlığı da Manyas bölgesindeki tavuklarda kuş gribi virüsüne rastlandığını açıklamak zorunda kaldı. Yani böylece kuş gribiyle (avian ya da hava gribi) tanışmış olduk. Tavukçuluk ülkemizde zaten pek kârlı bir sektör değil. Çoğu firma borçlu. Maliyetler yüksek ve satış fiyatları da oldukça düşük. Böylesi salgınlar da üreticileri resmen mahvediyor. Hastalığın yayılmasıyla tavuk eti talebinde bir düşüş olacağı kesin. Ramazanda böylesi bir talep düşüşü elbette can yakacaktır. Üstelik birçok tavukçu mevcut stoklarını itlaf etmek zorunda kalacak. Kaldı ki, tavuğu hastalıklı olmayan üretici de fiyatların aşağı düşmesinden zarar görecek. Kısacası, zarar çifte olacak. Gerçi sektörün darbe yemesi başka sektörleri pek etkilemeyecektir. Çünkü tüm ekonomi içinde bağlantıları zayıf olan
Malum, oyun teorisi farklı ekonomik aktörlerin davranışlarının birbirleri üzerindeki karşılıklı etkilerinin bilimi. İki ekonomistin çalışmaları, oyun teorisi aracılığıyla çelişki ve işbirliğinin daha iyi anlaşılmasını sağlıyor. Kimi kişiler, kurumlar, hatta ülkeler birbirleriyle işbirliği yapacakları halde çatışıyorlar. Neden? Thomas Schelling ve Robert Aumann'ın çalışmaları karşılıklı karar teorisiyle (oyun teorisi) bu ebedi soruna açıklama arıyor.Robert Aumann 75 yaşında. Nazi Almanya'sından ABD'ye kaçmış ve matematik okumuş. Şu anda ikinci vatandaşlığını sürdürdüğü İsrail'de Kudüs'teki Hebrew Üniversitesi'nde ders veriyor. Oradaki Rasyonalite Merkezi'nde profesör. Thomas Schelling daha yaşlı; 84 yaşında. Amerikalı olan bu ekonomist de Maryland ve Harvard üniversitelerinde emekli profesörlük yapıyor. Aumann sonsuza uzanan tekrarlı oyunların doğru dürüst biçimsel analizini yapan ilk ekonomist. Bu analizlerinde Aumann uzun vadeli ilişkilerin zaman içinde neler sağlayacağını göstermiştir. Gerçek-dünya düzenlerinde, işbirliğinin daha uzun süreli ilişkiler sağlayacağını, bu nedenle kısa süreli oyunların çok sınırlı kalacağını savunmuştur.Tekrarlı oyunlar teorisi, işbirliği
Ancak bundan böyle yabancı sermaye sadece özelleştirme için gelmeyecek. Zaten birçok büyük kamu kuruluşu satıldı bile. Bir süre daha şu anda olduğu gibi yabancı sermaye mevcut işletmeleri satın aldıktan sonra yeni tesislerin temeli atılacak. Çünkü artık yeni bir doğrultudayız. Kimileri kıskansa da, AB'ye tam üyelik yolunun açılması çok olumlu bir gelişme. Bundan böyle çok daha fazla yabancı sermaye gelecek. Ve haliyle dalgalı kur sisteminde Türk parası uzun soluklu bir değerlenme süreci yaşayacak. Ekonomik istikrarın sağlanması ve özelleştirmenin hızlanmasıyla yabancı sermayenin oluk oluk aktığı söylenebilir. Gerçekten bu ara yabancı iştahı sayesinde birçok kuruluşumuz çok değerli hale geldi. Hatta dünya fiyatlarının üstüne çıkıldı. Erdemir'le Tüpraş'ı yabancılar alsaydı bu akım daha da artacaktı. İstemedik. Belki de haklıydık. Öte yandan biliyoruz ki, Türkiye'nin kalkınması ve küresel bir aktör olması, ya da AB ile entegrasyonu ihracatını yoğunlaştırmasına bağlı. İhracatın benzini kur. Yani TL ne kadar değer kaybederse, ihracat potansiyeli de o kadar artacak. Fakat AB'ye tam üyelik sürecinin getireceği yabancı sermaye, ihracatı sürekli olumsuz etkileyecek görünüyor. Ve bunun
Demir-çelik sektörü elbette kritik bir sektör. Çünkü sanayinin temeli. Üstelik bu tür tesisler ancak büyük yatırımlarla gerçekleştirilebiliyor. Ayrıca ciddi bir teknolojik altyapı ve bilgi birikimi de gerekiyor. Nakliyesinde ise liman oldukça kolay. Mesela Türkiye yassı demir ithal ederken, uzun demiri ihraç ediyor. Erdemir daha çok yassı demir üretirken (toplam talebin hemen hemen yarısı), İsdemir uzun demirde yoğunlaşıyor. Erdemir Amerikalıların önayak olduğu bir proje. Zamanla kamunun eline düşmüş ve devlet yıllar boyu buraya ciddi yatırımlar yapmış. Böylece tesisin gerektirdiği modernleştirme gereksinimi karşılanmış. Elbette her kamu kuruluşu gibi Erdemir'de de verimsizlikler var. Ancak bunun boyutu abartılmamalı. Erdemir halka açıldığı süreçte belli bir piyasa terbiyesi aldı. Siyasetin Erdemir'e müdahalesi de böylece sınırlandı. Türkiye'nin 2 büyük tesisinden Erdemir (diğeri İsdemir) daha verimli olanı. Son yıllarda Çin'den gelen aşırı talep nedeniyle demir fiyatları uçunca Erdemir'in de kârlılığı arttı. İşte böylesi bir ortamda Erdemir'in satılması, satıcısı açısından, doğru bir zamanlama. Çünkü demir fiyatlarının ne kadar süre yüksek gideceği belli değil. Nitekim, son
Kaldı ki, Türkiye'yi Avrupa içinde herkes karşısına almamaya özen gösteriyor. Çünkü Türkiye önemli bir ülke. Tek farklılık bazıları Türkiye'yi içine sindirebilirken, bazıları bunu yapamıyor. Çünkü Türkiye ekonomik bakımdan çok geri bir ülke. Üstelik çok büyük bir nüfusu var. Ve farklı sosyokültürel özellikler gösteriyor. Sindirim kaygısı da bundan kaynaklanıyor. İşte bu nedenle, Avrupalılar Türkiye'yi "içlerinde" istemiyor, ama "karşısına" geçmesini ise hiç istemiyor. En iyisi arkasında, ya da yanında olması. Yani imtiyazlı ortaklık gibi bir formül. Bu da Türkiye'yi tatmin etmiyor.Girilen yolu doğru yorumlamak gerek. Türkiye AB'ye üyeliği henüz elde etmiş değil. Sadece bu sürece girmiş, yani bu hak elde edilmiş oluyor. Arada dağlar kadar fark var. Bu sürece girip epeyce oyalanabiliriz. Yahut da hızla hedefe ulaşabiliriz. Menzile girdiğimiz için sevinsek de bu menzilde kimi zaman zorlanacağız, kimi zaman horlanacağız, kimi zaman da okşanacağız. Yani artık değişken bir ortama giriyoruz. Türkiye AB'ye tam üyelik hakkını bundan beş yıl önce Helsinki zirvesinde alınan kararla resmen elde etmişti. Sonra 17 Aralık süreci başladı. Sonra da 3 Ekim. Her seferinde hop oturup, hop kalkılıyor.
Önce bir gerçekle yüzleşmekte yarar var. Türkiye halkı Müslüman olmasına, hatta nüfusu 90 milyonu aşmasına rağmen, kişi başına geliri AB ortalamasının üstünde olsaydı, AB'nin Türkiye'ye bakışı elbette olumlu olurdu. Yani bugün bize olan direnç sadece kültürel değil, aynı zamanda da ekonomiktir. Demek ki, büyüme hızını yükseltmeli ve kişi başına geliri artırarak AB'nin bize olan olumsuz bakışını törpülemeliyiz. Şu anda hemen herkes dikkatini AB ile tam üyelik müzakerelerinin başlamasına yoğunlaştırmış durumda. AB ile müzakereler başlarsa, tam üyelik hemen gerçeklemese bile bir yol açılmış olacağı için, müthiş bir yabancı sermaye akımı yaratacağı ve hızlı büyümenin önünü açacağı bekleniyor. İşte bu beklentiyle iş dünyası gayet umutlu. Oysa son zamanlarda ekonominin kendi dinamikleri giderek momentum kaybı oluştuğuna işaret ediyor. Malum, milli gelir üç kesimden oluşur: tarım, ticaret ve sanayi. Genellikle sanayi ve ticaret beraber hareket eder. Yani ticaretin gelişmesine neden olan etmenler sanayinin de gelişmesine neden olur. Tarım ise farklı hareket eder; hava koşullarından etkilendiği gibi tüm doğal etmenler etkili olur. Sanayi kesimindeki üretim iç talebe bağlı olarak
Bu yıl cari işlemler açığının 21 milyar dolara yaklaşacağı, belki de aşacağı gözüküyor. Daha yılın ilk 6 ayında 14 milyar dolara yakın açık oluştu. Petrol fiyatları bu denli yüksek sürerse, daha da ciddi bir dış açık sorunu oluşabilir. 2006 yılında bu açığı azaltmak için elimizde iki yöntem bulunuyor. Birincisi, ihracatı artırmak için kurun yönünü etkilemek. Bu, Merkez Bankası'nın daha yüklü döviz alımları ile sağlanabilir. Ancak bu aynı zamanda sürekli piyasaya TL vermek, yani reel faizleri yüksek tutmak anlamına geliyor, ki açık piyasa işlemleriyle MB likiditeyi çekebilsin. Kısacası, mahzurlu. O zaman belki de MB'nin tek seçeneği (Hürriyet yazarı Ege Cansen'in iddia ettiği gibi) aksine faizleri hızla aşağı çekmek. Böylece TL'yi cazip olmaktan çıkarmak. Kur böylece yükselebilir. İhracat da tekrar canlanır.Bir diğer seçenek ise ithalatı kısmak. İthalatın kısılması günümüzde vergilerle olamayacağına göre, genel olarak maliye politikasındaki sıkı disiplinle iç talep kontrol altına alınabilir. Bu da tüm vergileri artırmak, ya da harcamaların kısılmasıyla elde edilebilir. Vergileri artırmak hükümet tarafından düşünülmüyor. Aksine 2006 yılında bazı indirimlerin (özellikle kurumlar
Uzan grubuna ait çimento fabrikaları 9 tane. Van, Bartın, Ergani, G. Antep, Ladik, Lalapaşa (Edirne), Ş. Urfa, Standart (Eskişehir) ve Trabzon çimento fabrikaları. Bu fabrikalardan Van ve Bartın'dakiler düşük kapasitelidir. Diğerleri üç aşağı beş yukarı aynı boyuttadır. Dikkat edilirse, Trabzon'daki fabrika Doğu Karadeniz'in yegâne çimento üreticisidir. Ve buraya ulaşım kolay değildir. Lalapaşa'daki fabrika da aynı özelliktedir. Bartın, Batı Karadeniz'in ve Doğu Marmara'nın tek üreticisidir. Uzanların fabrikaları Türkiye'deki çimento kapasitesinin yüzde 12'sini, klinker kapasitesinin de yüzde 11'ini oluşturuyor. Özellikle Güneydoğu'daki kapasitenin yarısını G.Antep, Ş. Urfa ve Ergani'deki fabrikalar oluşturuyor.Ülkemizde rekabetin ihlal edildiği birçok sektör olmasına rağmen, çimento sektörü Rekabet Kurulu'nu en çok ilgilendiren sektörlerden biri olmuştur. Rekabet konusunun ülkemizdeki en bilinen isimlerinden olan Doç. Dr. Nurkut İnan, geçenlerde Rekabet Derneği Haber Bülteni'nde ilginç bir yazı yazmış. İnan, bu konuya değinerek, özellikle sektördeki rekabetin fiyat esasına dayandığını, ancak nakliye maliyetinin fiyata eklenerek değerlendirilmesi gerektiğini belirtmiş. Kaldı ki,