“Kadınlar unutmuyor, unutamıyor. Aynı filler gibi...” ‘Kadınlar, Filler ve Saireler’ adlı oyunu seyrettiğimden beri bu replik aklımdan çıkmıyor. BKM sahnesinde sezonun yeni oyunlarından biri olan ‘Kadınlar, Filler ve Saireler’de, Vahide Perçin, Yasemin Çonka ve Açelya Topaloğlu’nun dokunuşları yla birlikte oyunun yazarı Yunus Emre Gümüş ve yönetmeni Özen Yula, kadın olmakla ilgili en ‘harbi’ metni sahneye koyuyorlar. Kadın olmaya dair tüm defolarımızı, eksiklerimizi, en komik ve hatta trajikomik hallerimizi tüm gerçekliğiyle anlatıyorlar.
Oyun, her biri ayrı kimlik, statü ve yaş grubundan üç kadının hikayesi. Ortak paydalarıysa erkeklerin onların hayatlarında, ruhlarında yarattığı tahribat. Peki, neden böyle?
Kara iğnelerin hepsini birden erkeklere batırsam da çuvaldızı kendimize batırmadan, özeleştiri yapmadan geçemiyorum.
Neden hayatı hep erkekler üzerinden algılıyoruz?
Neden kendimizi ancak erkekler üzerinden tanımlıyoruz? Babasının kızı, kocasının karısı olmak ya da eşinin statüsüyle toplumda yer edinmek çabasından neden vazgeçemiyoruz? Çağ atlamış, devir değişmiş.
Ama biz hâlâ kendimizi ifade etmek için bir erkeğin himayesini kaçınılmaz kabul ediyoruz. Yüzyılı bulan kadın
Ekim ayı geldi, böyle oldu. Günlerimiz bir filmden diğerine, bir oyundan başka oyuna tatlı bir telaş içinde geçmeye başladı. Öyleyse bugünlerde izlediklerimden kendi en iyiler listemi paylaşarak yola devam edeyim.
Haftaya başlarken, bugün itibarıyla vizyona giren iddialı yabancı yapımlardan biri olan, Ron Howard imzalı ‘Inferno’yu yani ‘Cehennem’i izledim. Dan Brown’ın aynı adlı eserinden uyarlanan filmi Türkiye’deki seyirci epeydir merakla bekliyor. Çünkü kilit sahneler İstanbul’da geçiyor. “Filmde Türkiye’yi nasıl göstermişler?” kısmına geçmeden önce, genel olarak birkaç not paylaşmak gerekirse; ‘Da Vinci Şifresi’, ‘Melekler ve Şeytanlar’ gibi diğer uyarlamalara kıyasla daha basit bir kurgu gibi gözüktüğünü söyleyebilirim.
En azından Boticelli’nin meşhur resmi ‘Cehennem Haritası’ ve hikayenin temelini oluşturan Dante’nin eseri ‘Cehennem’in sırlarla dolu derinliği, filme uyarlandığında seyirciye o oranda geçmiyor. Ama Floransa’dan Venedik ‘e oradan İstanbul’a uzanan mekanların büyüleyiciliği tartışma götürmüyor. Ara ara cehennem tasvirleriyle film sarsıcı olabiliyor. Tom Hanks ise her durumda başımızın tacı olarak aklımızda kalıyor. Mesaj kaygısıysa saygı uyandırıyor. Hızla
Geçtiğimiz haftadan devamla, Türkiye’nin Oscar adaylığı üzerine birkaç kelam daha edeyim istiyorum.
Mustafa Kara imzalı ‘Kalandar Soğuğu’ Türkiye’nin Oscar adayı olunca, ayrıca bir meraka kapıldım ve nihayet filmi izleme şansına eriştim. Öncesinde sadece yurt içi ve yurt dışı festivallerde yer aldığından haberdar olmuş ama başka bir fikir edinememiştim. Filmi seyrettiğimde boğazımda bir yumruyla kalakaldım. Memleketimin insanının verdiği yaşam mücadelesini ‘orada bir köy var uzakta, o köy bizim köyümüz’ duygusuyla izledim .
Karadeniz’in dağ köyünde, tek göz odada yaşayan beş kişilik bir ailenin hayatına bu kez yakından bakabildim.
Hırçın coğrafyanın izlerini karakterlerin yüzlerinde, fakirliğin, yokluğun izlerini mekanda, dekorda, kostümde tüm çıplaklığıyla seyrettim. Öyle ki, bir noktadan sonra bunun kurmaca bir film olduğunu unutup, gerçekle yüzyüze kaldım. Nuri Bilge Ceylan ‘ın o sözü kulaklarımda çınladı: “Ah benim güzel ve yalnız ülkem!”
Hayatta kalma mücadelesi
Hikayeden bahsetmek gerekirse, Karadeniz’in dağ kasabasında derme çatma bir klübede karısı, annesi, biri özürlü olan iki oğlu ve hayvanlarıyla yaşayan Mehmet’in bir yolunu bulup, borçlarını ödeyecek, bir ev yapacak kadar
Türk sinemasının yurt dışındaki görünürlüğü konusunda genç ve idealist yönetmenlerimizle her geçen yıl daha fazla yol alıyoruz.Yurtiçinde az sayıda seyirciyle buluşabilen her biri özgün ilk filmler, yurt dışındaki saygın film festivallerinde boy gösteriyor. Dünyada önemli ödüllere uzanan genç kuşak sinemacılarımızın sayısı azımsanacak gibi değil. Popüler cenahta fark edilmeseler de, sessiz sedasız ama emin adımlarla ilerliyorlar.
O filmlerden biri olan Mustafa Kara imzalı ‘Kalandar Soğuğu’, Türkiye’nin Oscar adayı olarak belirlendi. Malum ‘Oscar yolu’, bizim sinemacılarımız için bugüne kadar ulaşılamayan bir hedef. Yabancı film kategorisinde adaylık için olmazsa olmaz şart ise ‘muazzam bir lobi faaliyeti’.
Her ne kadar daha önceki yıllarda bu konuda emek veren birçok film ekibi olduysa da; örneğin ‘Kelebeğin Rüyası’, yine sonuç alamamıştık. Öte yandan geçen yıl Fransa’nın Oscar adayı olan Türk yönetmen Deniz Gamze Ergüven in ‘Mustang’ adlı ilk filmiyle hem Altın Küre hem de Oscar adaylığını gıpta ederek izlemiş, hatta gururlanmıştık.
Makus talihi yenmek!
Peki dünyada bunca prestijli film festivalinde ödüller alan iyi filmlerimiz ve yönetmenlerimiz olmasına rağmen, neden ‘Oscar’lara
Sinemada yeni sezonu açtık. İlk yerli filmler, bu hafta itibarıyla vizyona çıktı. Hemen sezonun başında iyi filmlerle karşılaşmak müspettir. Bu düşüncemi teyit etmek niyetiyle, ilk olarak Seren Yüce imzalı ‘Rüzgarda Salınan Nilüfer’i seyrettim.
Yüce’nin ilk filmi olan ‘Çoğunluk’u referans alınca, ikinci film için çıtayı yükseğe koymak kaçınılmaz. Yeni film illa ki, çok başarılı olan ‘Çoğunluk’la kıyaslanacak. ‘Çoğunluk’u seven izleyicilerden olmama rağmen, ‘Rüzgarda Salınan Nilüfer’in hikayesinden daha fazla etkilendim. Çünkü bu hikayede 40 - 50 yaş arası, orta - üst sınıf, yeni nesil şehirli çekirdek aile var. Yani tümüyle bizim hikayemiz.
Filmin başrollerindeki oyuncu kadrosundan Songül Öden ve Tolga Tekin’le sohbetimizde de hemfikir olduğumuz üzere, filmi seyredince kendimize dönüp bir kez daha bakacağız. Yalın anlatımına ve tercihen minimal tutulan oyunculuklara rağmen ‘Rüzgarda Salınan Nilüfer’, hiç abartmadan hayli sert bir hikaye anlatıyor. Peki bile bile gözardı ettiğimiz ve seyrederken kaçamadığımız o gerçekler neler?
- Orta - üst gelir grubu olarak belli hayat standardlarına erişmişiz. Aslında teknoloji başta olmak üzere, birçok isteğimizi elde
İnceden bir akşamüzeri esintisi, gündüz yakan güneş yavaş yavaş hararetini kaybediyor. Mevsim dönmeye yüz tutunca, bu bayramı biraz da yaza veda tadında yaşıyoruz. Sonbaharın en güzeli olan eylülü, sahil şeridinde bu kez bayramla hatırımıza yazıyoruz.
Butik köyümüz Alaçatı’daki Mavi Ev’de sabah kahvaltımıza her zamanki gibi Gülsüm Abla’nın pişileri eşlik ediyor. Ardından, Alaçatı Mavi Ev’in ev sahipleri Beycan ve Muharrem’le okkalı sabah kahvemizi içiyoruz. En büyük derdimiz o gün rüzgarın yönüne göre hangi koya gideceğimize karar vermek oluyor. Neyse ki; ister poyraz olsun, ister lodos her havaya uygun koy mevcut. Bir gün Çiftlikköy, bir gün Ilıca veya Alaçatı plajları hepsi mümkün. Bu turda, gözde plajımız üç yıldır Çiftlikköy’de kurulu Fly Inn oluyor. Bej, Sushimoto gibi farklı restoran seçenekleri ve eğlenceli akşamüzeri partisiyle çıkışımız akşamı buluyor. Ardımızda güzel bir gün batımı manzarası bırakarak yine köyümüze, Alaçatı’ya dönüyoruz. Yol üzerinde meşhur Topçu’da çöp şişlerimizi yiyoruz. Alıştığımız lezzeti bulamasak da, bayram kalabalığından olsa gerek diyerek keyfimizi bozmuyoruz.
Alaçatı’da köy içinde birkaç yıldır uğrak yeri olan Köyün Deli’sinin bahçe tarafında,
Sanatın gündemi son yıllarda yaz aylarında da yoğun geçiyor.Müzelerin, sanat kurumlarının yaz geldiğinde kapılarını kapatıp, sonbaharda yeniden açtıkları dönem çoktan geride kaldı. Bunda İstanbul Modern, Sakıp Sabancı ve Pera Müzesi gibi özel müzelerin büyük payı olduğu muhakkak. Her ne kadar bu yaz her zamankinden daha zor günler yaşasak da ısrarla sanatın izini sürdük, ‘Sanat iyileştirir’ demeye devam ettik.
İstanbul Modern Direktörü Levent Çalıkoğlu ile buluştuğumuzda da olağanüstü zamanlarda sanatın iyileştirici gücünü daha çok hatırlamamız gerektiğini konuştuk. Bu misyonla İstanbul Modern, yaz aylarına denk gelen önemli sergilerin yanı sıra kurguladıkları etkinliklerle hepimizin ihtiyacı olan pozitif bir yaşam alanı olmaya devam etti. Biz de ‘Nasıl geçti bu yaz?’ minvalinde Çalıkoğlu
ile sohbet ettik.
İşte anlattıkları;
Müzenin kalıcı koleksiyonu, 110 sanatçı ve 180 eserinin yer aldığı ‘Sanatçı ve Zamanı’ çok ilgi gören bir sergi olmaya devam ediyor. Büyük düşünür Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Ne içindesindir zamanın ne de büsbütün dışında” sözlerinin çıkış noktasını oluşturduğu, bu özel sergi daha uzunca bir zaman görülebilecek.
Süreli sergilerden haziran ayında kapılarını
Son günlerde müzik piyasasından çok da iç açıcı haberler gelmiyor. Yaz konserleri yapılıyor olsa da yeni ve nitelikli albümlerin sayısı azalıyor. Dinleyici olarak bana göre bu yazın en dikkate değer çalışması Sertab Erener’in yaz başında yayınladığı ‘Kırık Kalpler Albümü’ oldu. İlk çıktığı andan itibaren müzik yazarlarının hemfikir olduğu üzere albüm, 90’lar tadında bir çalışma olarak farkını ortaya koydu. Doğrusu bu ya; hem müzisyen hem de dinleyici 90’lı yılların müzikalitesini özlüyor. Çünkü, geçtiğimiz günlerde bir ustanın, Cahit Berkay’ın tespit ettiği gibi, son yıllarda pop müzik alanında iyi işler yapılmıyor. Bu tespiti bugünün müzisyenleri de gözardı etmiyor.
O isimlerden biri de 90’ları layıkıyla yaşamış olan Sertab Erener. Güzel bir vesileyle buluştuğumuz Erener’in anlattıkları, iyi popüler müzik arayışındaki bizlerin duygularına da tercüman oluyor:
- Dünya değişti, şimdi erişim var ama bir o kadar zorlu bir müzik piyasası oluşmuş durumda. Çokluk içinde fark edilmek eskisinden daha zor. Hâl böyle olunca müzik yapımcıları, özgün ve farklı işler yerine kolay gidecek işlere yöneliyor.
- Pop müziğin şu an geldiği noktanın hiçbir derinliği yok. 90’larda ise müzik vardı.
- Sertab