Bu hafta Dünya Sevgililer Günü’nü idrak ettik. Dudak büksek de, “O da nereden çıkmış, tüketim tuzağı” desek de, kenarından köşesinden ya dahil ya da haberdar olduk. 14 Şubat’ı kaçırmak istemeyen eğlence sektörü de elinden geleni yaptı. Ne de olsa hem sıkkın ruhlarımıza iyi gelecek vesilelere, hem de ekonomimizi canlandırmaya ihtiyacımız var. Üstelik ne var karşı çıkacak?
14 Şubat bahane, sevdiğimizi söylemek şahane!
Etkinliklerden biri de Zorlu PSM’de gerçekleşen Kenan Doğulu konseriydi. Şüphesiz Sevgililer Günü konseri olacaksa, bu “Ne yaparsak yapalım aşk ile yapalım” diyen Doğulu’nun olmalıydı. Öyle de oldu.
Konserin bir başka cazibesi daha vardı: Hep birlikte sahne üzerinde ve ayaktaydı.
Aşk dolu şarkılar
Konserin adı ‘Aşk’a Şarkılar’ oldu. Nasıl olmasın? Kenan Doğulu parçalarının adı bile illa ki aşktan geçiyor, misal; ‘Aşk Kokusu’, ‘Aşk Tanrısı’, ‘Aşkım Aşkım’, ‘Aşk ile Yan’, ‘Aşk Oyunu’, ‘Aşkolik’ ve dahası...
O yüzden aşk şarkıları repertuvarını hazırlamak tahminen pek de zor olmadı. Üstelik bu kez konser öncesinde Doğulu, sosyal medya üzerinden istek şarkıları da dikkate aldı. Yıllardır düğünlerin vazgeçilmezi olan ‘Tencere-Kapak’ ve ‘Gelinim’ öndeydi. Bu ilgiye karşılık olarak
Bir oyun seyrettim, boğazıma sanki bir yumru oturdu. Adı ‘Yutmak’. Craft Kadıköy’ün yeni oyunuyla ilgili metinde ‘Size tuhaf mı geldi?’ diye yazıyor. Evet, seyirci için tuhaf bir deneyim. Bugüne kadar tiyatroda izlediğim alternatif işler içinde en iddialı olanlardan biri. Fenerbahçe Stadı’nın arkasındaki küçük pembe köşkün alt katında seyirciyi karşılayan gri puslu atmosfer tam bir ters köşe.
‘Yutmak’ bir kadın oyunu. Üç arızalı kadının hikayesi. Üçü de hikayesini aynı anda anlatıyor. Küçük karanlık bir salonda, oyuncularla göz göze, aynı düzlemde seyrediyorsunuz onları.
Stef Smith’in yazdığı oyun, çok sert bir metin; yenir yutulur gibi değil. Çağ Çalışkur’un çevirisiyle İbrahim Çiçek sahneye koyuyor. Üç kadını oynayan Ece Dizdar, Başak Daşman ve Merve Dizdar’ın soluksuz bırakan performanslarıyla adım adım yükselen ve sizi de içine alan bir oyun.
Nedir kadınların ilk anda seyirciye bu denli tuhaf gelen hikayeleri?
Rebecca: Terk edilmiş, yüzüstü bırakılmış biri. Çaresizliğini kendine zarar verecek kadar zayıf yaşayan bir kadın.
Anna: Kendini dünyadaki tüm yanlışların sorumlusu olarak hissedecek kadar obsesif, eve kapanmış ve ölüm orucuna yatmış bir kadın.
Samantha veya kendini tarif ettiğ
Acıyı paylaşmak çok zor. Hele acının ötesine geçmek en zoru. Yanıbaşımızda yaşanan acıları anlayabilmek içinse bazen bir romanın sayfaları arasında kaybolmak gerekiyor. Zülfü Livaneli’nin son romanı tam da böyle bir zamana denk geliyor. Adıyla müsemma, içimizdeki ‘huzursuzluk’ kitabın satırlarından yüzümüze çarpıyor.
Yüzlerce yıllık önyargılar, hiç sorgulanmadan, hâlâ masum insanların kanıyla ödedikleri bedel oluyor. Aynı kendi kanını içmeye doyamayan çöldeki deve gibi, tüm Orta Doğu ‘harese’ kurbanı. Yani bir türlü tükenmek bilmeyen hırsının esiri.
Livaneli’nin son romanı ‘Huzursuzluk’ 15 günde ikinci baskıyı yapıyor. Türkiye bu kitabı soluksuz okuyor. Kitaba gösterilen böylesi ilgi memnun ediyor, elbette. Ama bir yandan da toplum olarak içine düştüğümüz ‘huzursuz’ ruh halinin de göstergesi oluyor.
Sünni genç Hüseyin ile Ezidi kadını Meleknaz’ın içler acısı hikayesi, medeniyetin beşiği kadim şehir Mardin ve civarında yaşanıyor. Ve ne yazık ki şimdiki zamanda geçiyor.
İnançların birleştirmek yerine ayrıştırdığı, birbirine düşman ettiği insanların acı sonunu anlatıyor.
Müslümanlık, Hristiyanlık ve Musevilik’ten de öncesine dayanan bir inanç sistemi Ezidilik. Yüzyıllardır, hakkında
Mahsun Kırmızıgül’ün yeni filmi ‘Vezir Parmağı’ hafta ortasında vizyona girdi. Bu, Kırmızıgül’ün 10 yılda çektiği beşinci film. O, “Bu filmim farklı” dese de hatta ilk bakışta diğerlerinden ayrılıyor gibi görünse de Kırmızıgül filmlerinin değişmeyen özellikleri var;
-Mahsun Kırmızıgül sinemayı kendini anlatmak için vesile kılıyor. Hep bir meselesi ve mesaj kaygısı var.
- Söylemek istediklerini, altını çizerek açıktan söylemeyi tercih ediyor.
- Filmlerini bir kesim çok severken, bir kesim de tümüyle reddediyor.
- Hikayeleri doğup büyüdüğü topraklardan çıkıyor. Yarattığı karakterlerdeyse Anadolu’nun farklı kültürlerinden besleniyor.
- Seyircinin gözpınarlarında birkaç damla yaşı olmazsa olmaz kabul ediyor. Komediye göz kırparken bile aslında acıyı bal eylemek istiyor.
- Filmlerinin alameti farikası olan görsel zenginliği ve müzikleri için her zaman büyük bir titizlikle çalışıyor.
Altın Küre ödülleri’nde Meryl Streep tarihe geçecek konuşmasında “Kırık kalbini al ve sanata dönüştür” dedi. Giderek karamsarlaşan insanlığa bir çağrı gibiydi o cümle. Hayat seni ne kadar zorlarsa zorlasın, sanatın üretim tarafındaysan, inadına devam et. Sanatın izleyicisiysen daha fazla içselleştir edebiyat, tiyatro, sinema, müzik, resim ve sanata dair olan biteni.
Tam da bu duygularla başladım haftaya ve Yılmaz Erdoğan’la buluştum. Erdoğan, 12 yıl aradan sonra tek kişilik oyunu ‘Münaşaka’yla yeniden tiyatro sahnesine çıkıyor. Seyircisiyle göz göze olmayı, birlikte gülmeyi ve güldürmeyi çok özlediğini anlatıyor. 12 yıl boyunca yaşadıklarını ve biriktirdiklerini paylaşmak için sahneye çıkıyor. O süre zarfında aldığı notları bir araya getirip, kendini anlatıyor. Hatta yaşamından
o kadar çok anı biriktirmiş ki, “Bir değil; üç ‘Münaşaka’ gösterisi olur” diyor.
‘Münaşaka’, Mükremin Abi zamanından kalma bir replik aslında. “Münakaşa değil; bizimkisi münaşaka” dediği o komik replik, şimdiki gösterisinin adı oldu.
Üstelik hakkında yapılmaya çalışılan karalama kampanyasına ve kimliğinden dolayı sosyal medyada üzerine gelinmesine rağmen yazmaya ve yazdıklarını anlatmaya
devam ediyor.
İyi ki sanat var! Bedenimizi gıdayla besleyebiliriz ama ruhumuzu sanatla besleyemezsek, asla tam olamayız. Hep bir eksik kalırız.
İster sözle, ister müzikle, isterse de resimle olsun, insan kendine bir ifade şekli bulmalı. Zihninin ürettiklerini artıya dönüştürmeli, bu üretimi başkalarıyla paylaşmanın hazzını yaşamalı. Tıpkı, ilk sergisini açan ressamın heyecanı, ilk şiir kitabı basılan şairin telaşı, ilk romanı yayınlanan yazarın sancısı gibi...
O zaman yaşamak ve yaratmak ister insan, ölmek yerine.
O zaman hayat vermek ister insan, öldürmek yerine.
Ya da sanatın izini sürmeli. Yazarın hayalinde yarattığı başka dünyalarda yolculuğa çıkmalı, şairin yandığı gibi yanmalı, hissetmeli aşk acısını. Müzisyenin bestelediği notalarla yükselmeli gökyüzüne. İşte belki o zaman tam olmaya, tamam olmaya biraz daha yaklaşır insan.
İşte bu noktada, bir hayal kuralım ve hayalimizde bir ülke olsun;
O ülke renklerden oluşsun. Farklı dillerden, dinlerden ve kültürlerden insanların hepsi aynı toprağı, vatan kabul etsin.
O da ne? Gerçekten 2016 bitiyor mu? İnanması güç ama yarın son gün. “Hiç sevmedik” diyen mi istersin, “Yetti artık!” diye feryat eden mi veya “Arkanı dön ve çık” diyerek haykıran mı? İşte böylesi hoş (!) bir ruh haliyle uğurluyoruz 2016’yı. Neyse ki düşünürün dediği gibi, “Hiçbir şey sonsuza dek sürmez.” Tam bu noktada, “Gelen gideni aratır mı?” diye soran da olabilir. Ama şimdilik duymazdan geliyorum. Nihayet veda etmenin nispeten hafifliğini yaşıyorum. Ve en kalbi duygularla bir ritüeli yerine getiriyorum; ‘2016’nın En’leri’ni, kendi adıma hatırımda kalanları yazmayı ihmal etmiyorum:
- Türk resim sanatı adına yeni bir rekora imza atıldı. Osman Hamdi Bey’in yıllar sonra gün yüzüne çıkan ‘Yeşil Cami Önü’ adlı tablosu 10 milyon TL açılış fiyatıyla
Antik A.Ş’de müzayedeye çıktı. 13 milyon 509 bin TL’ye alıcı buldu.
Satıştan önce tabloyu ilk görenlerden biri olmak heyecan vericiydi.
- Türk resminin bir başka dev ismi Fahrelnisa Zeid adına gelecek yıl dünyanın önemli sanat kurumlarında özel sergiler açılacağını duyurmak bize kısmet oldu. İstanbul Modern’in koleksiyonundan gidecek eserlerin de aralarında olduğu Zeid seçkisi başta Tate Modern olmak üzere, saygın müzelerde 2017’de
Kararıp kalmayalım, umut veren, cesaretlendiren ne varsa, onları daha fazla konuşalım ve yazalım.
Bu hafta İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın (İKSV) Genel Müdürü Görgün Taner’le buluştuk. Fransa Kültür Bakanlığı tarafından kendisine takdim edilen sanat ve edebiyat şövalyesi nişanını tebrik ederken, böylesi ödüle değer görülen bir dostumuz olmasından dolayı naçizane kendimize de paye çıkardığımızı söyledim.
Kültür sanat alanında bu ülkede atılan her adımda, yapılan her işte birlikte olduğumuzu konuştuk. Taner’le birbirimize teşekkür ederken, birkaç yanıyla daha ‘güzel şeyler oluyor’ diye düşündük;
Bir ülkede, kültür sanat dalında bir kişinin ödüle layık görülmesi, tüm kültür kurumlarının, bu alanda üreten herkesin ödüllendirilmesi anlamına gelir. Bunun kolektif bir süreç olduğunu düşünmek her zaman umut verir.
2017’de 45’inci yılını kutlayacak olması, Türkiye’de kültür sanat alanında büyük katkıları olan, öncü bir kurumun uzun soluklu olması, giderek köklenmesi ve yurt dışında takdir görmesi, hepimizi gururlandırır.
Uluslararası ilişkilerin giderek zorlaştığı bugünün dünyasında, kültür ve sanatın ülkeler arasındaki diyaloga araç olması, karşılıklı iletişim için en güçlü yoldur.
Nitekim, 2017