Elif Şafak’ın yeni romanı okurla buluştu. ‘Havva’nın Üç Kızı’, önce Türkiye’de yayımladı. İlerleyen tarihlerde Almanya ve Amerika’da da piyasaya çıkacak. Şafak romanını, her zamanki gibi Londra’da yazdı, İngilizce olarak kaleme aldı. Sonra kitap profesyonel bir ekip tarafından Türkçe’ye çevrildi. O da kendi üslubuna uygun olsun diye, Türkçe versiyonunun üzerinden bir kez daha geçti. Kimilerine hâlâ tuhaf gözükse de bu yöntem yazarın kendine özgü üretim tarzı oldu.
‘Havva’nın Üç Kızı’, tasarımı Yiğit Karagöz’e ve illüstrasyonu Jack Hughes’a ait iki ayrı kapakla çıktı. Herhangi bir maksatla değil, sadece iki kapak arasında karar veremedikleri için böyle bastılar. Kitabın çıktığı ilk günler itibarıyla 1 - 2 röportaj veren yazar, hemen ardından İstanbul’dan ayrıldı. Kısacası, tümüyle profesyonel bir iş yapma şekliyle süreç tamamlandı.
Bana göre, Şafak adı üzerinden beklenen o tartışmalı durumlara pek de yer kalmadı.
Meseleler çok fazla
Peki, ‘Havva’nın Üç Kızı’nın meselesi ne? Aslında bir değil; birçok meselesi var. Yazarla sohbet ederken hissettiğim onun istediği birey ve toplum olarak bugünkü duygu halimizi tartışalım, sorgulayalım. Doğru ve yanlış diye keskin ayrışmalara kapılıp
Mutluluğun tarifini bir türlü yapamadık belki, yine de ben derim ki sevdiğin, ruhunun istediği ne varsa işe dönüştürmek, hayatını sevdiğin işle idame ettirmek mutlu olmanın şartı.
Kendi yolunu çizen, kendi kurallarına göre hayatını kuran Candan Erçetin’le her sohbet ettiğimde aynı duyguyu yaşıyorum; ‘Hep bir umut var çünkü daha yapacağımız çok şey var.’
Sanatçıyı sezon boyunca farklı projelerde takip ettik, deyim yerindeyse
o neredeyse biz de oraya gittik. Bu kez daha sakin bir zamanda buluştuk ve havadan, sudan, hayattan konuştuk.
Candan Erçetin, Ortaköy Feriye’deki cep sahnede ayrı bir dünya kurmuş. Sanatla iyileşmek, ruhunu güzelleştirmek isteyen herkese de kapılarını açmış.
Farklı meslekler bir arada
Yeteneğiniz olsun olmasın, yeter ki niyetiniz olsun.
Mesela, şarkı söylemek istiyorsunuz ama sesinize güvenmiyorsunuz veya sahneye çıkmak, konser vermek istiyorsunuz ama solo iddiasında değilsiniz ya da anı olsun diye kendime bir albüm kaydetmek istiyorum ama kim bana stüdyosunu açar diyorsanız, Cep Sahne’ye illa ki uğrayın derim.
Devir pazarlama, tanıtım devri. Tatil tercihlerimiz de genelde bilinenden duyulandan yana oluyor. Ama bazen, ana akım tatil yerleri ve restoranları arasında bir sıkışmışlık hissi geliyor. Ne çare, sezonda her yer kalabalık deyip kabullenmişken, bir an gelip, nev -i şahsına münhasır, gözlerden uzak, denize sıfır küçük bir mekan, hayattan çaldığınız en güzel anlar olarak aklınızda kalıyor.
Sözünü ettiğim, Çeşme - Ildır yolunda, Şifne civarındaki küçük sakin bir balıkçı lokantası. Lokantanın adı ‘Yalı Balık’, ama müdavimleri ‘Osman’ın Yeri’ olarak biliyor. Sahilde kurulu lokantanın ayrıcalıklarından biri kumsala atılmış az sayıdaki masası. Şöyle hayal edin; Oturduğunuz masada, denizin kokusu burnunuzda, ufak ufak sahile vuran dalga sesi kulağınızda, bir de gün batımına yakın giderseniz, gökyüzünün en güzel renkleri sizinle oluyor; o anınıza eşlik ediyor. Masaya serili tertemiz kağıtlar üzerine en mütevazısından bir sofra kuruluyor. Mekanın büyüsü sizi öylesine sarıyor ki, bir de tabakla, çanakla göz boyamaya ihtiyaç kalmıyor. Buraya kadar gördüklerinizle, siz bir oh çekip nefes alırken bu sefer en doğalından leziz mezelerin birer birer masaya geldiği bir şölen başlıyor. Fava, közde
Erken tatil gibisi yok. Haziran ayı, henüz sahil şeridine akın olmadan tatil yapılacak en güzel zaman. Son birkaç yıldır Ramazan’ın yaz başına denk gelmesiyse ayrıca bir etken. Benim gibi işinize ara verenlerdenseniz, tatilin ve Ramazan’ın huzurunu birlikte yaşayabilirsiniz. Tatil sezonunu son yılların gözdesi Çeşme - Alaçatı’da açıyorum.
Bu yıl ülke turizmine dair kaygılar dolayısıyla hem geçen yıllarla bir karşılaştırma yapayım hem de Alaçatı’da her yıl yenilenen ve eklenen yeni mekanlara dair keşfettiklerimi paylaşayım diye sabahtan akşama kadar Alaçatı içinde ve civarında turlayıp, esnafla sohbet ediyorum. İşte şu ana kadar topladıklarım:
- Alaçatı sokaklarındaki o malum kalabalık olmasa da hafta sonunda gözüken nitelikli bir çoğunluk var. Pazartesi olduğundaysa bir ben, bir yanıma ilişen sokak köpeği, bir de esnaf kalıyor. Neyse ki, 5 - 8 odalı butik otellerle konuştuğumda tablonun hiç de olumsuz olmadığını, rezervasyon için en az 10 gün önceden aramak gerektiğini, haziran ayı için de doluluğun devam ettiğini söylüyorlar.
- Alaçatı’da hepsi sevimli bir şıklık içinde olan mekanların her yıl sayısı artıyor. Ancak, menüler çeşitlenirken, fiyatlar zaman zaman zorluyor. Ve çokça
Yaz bir anda geldi, mevsim tatile dönmeye başladı. “Yaz olsa ne fark eder, ben tatilde olmadıkça” diyenler içinse, şehirde açıkhava etkinlikleri derde deva. Öyleyse, İstanbul Müzik Festivali ile sezonu açıyoruz. Festival, bu yıl 44. kez düzenleniyor. Sanatın her alanında, çağlar ötesinden esin kaynağı olan Shakespeare, ölümünün 400. yılında Müzik Festivali’ne de çerçeve oluşturuyor. Ne demiş Shakespeare; “Eğer müzik aşkın gıdasıysa, durmadan çalınız.”
Festival, 24 Haziran’a kadar durmaksızın çalmak üzere yola çıkıyor. Ben de İstanbul Müzik Festivali’nden kendi listemi Müzik Festivali Direktörü Yeşim Gürer Oymak’la sohbet ederken netleştiriyorum, bu köşeye de kaçırmak istemediklerimi not ediyorum;
- Festivalin ilk günlerinden özel bir konser serisi; ‘Bir Virtüözün Piyano Maratonu.’ Festival, geçen yıl Fazıl Say’la başladığı konser serisine bu yıl büyük bir deha ile devam ediyor. İdil Biret, 75. yaşını İstanbul Müzik Festivali’nde kutluyor. Bu yaşında tüm dünyayı büyüleyen ‘harika piyanist’ özel bir piyano maratonu ile müzikseverlerle buluşuyor. İlki bu hafta Boğaziçi Üniversitesi’nde gerçekleşti.
Kaçıranlar için, 5 HaziranPazar günü 18.00’de Süreyya Operası’nda ve 8 Haziran Çarşamba
Ferzan Özpetek, “Kendi öykünü anlattığında, anlatma yürekliliğini bulduğunda her şey değişir” diye yazmıştı. 2014 yılında kendi hayatından, çocukluğundan izler taşıyan ilk romanı ‘İstanbul Kırmızısı’nı yayınladığında bu hikayeyi filme çekmeyi de planlamıştı. Oyuncu seçimi epeyce zaman almış olsa da sonuçta film için Türkiye’den yıldızlar geçidi denebilecek bir kadroda karar kılınmış.
‘İstanbul Kırmızısı’nda Halit Ergenç, Tuba Büyüküstün, Nejat İşler, Zerrin Tekindor, Mehmet Günsür, Serra Yılmaz, İpek Bilgin, Ayten Gökçer ve Çiğdem Onat rol alıyor. Romanla aynı adı alsa da farklı bir hikaye izleyeceğiz.
Film Ferzan Özpetek’in sinema eğitimi için İtalya’ya gidişine kadarki İstanbul yaşantından izler taşıyor, dolayısıyla çekimlerin tümü İstanbul’da gerçekleşiyor. Biz de bunu fırsat bilip Büyükada’daki sete konuk oluyoruz. Filmle ilgili çok az bilgi yer aldığı için merak içinde ekiple buluşuyoruz. Büyükada’nın atmosferinden midir yoksa Özpetek’le olmanın cazibesinden midir, bu ziyaret bana iyi geliyor. Notları sizinle paylaşmayı borç biliyorum:
- Ferzan Özpetek’in deyimiyle ‘İstanbul Kırmızısı’, onun ilk Türk filmi. Mekan İstanbul, oyuncular Türk, dili Türkçe. Dolayısıyla kendi adına ilk
Yazar kendini yazar... Aslında okuyucu da roman kahramanında hep yazarın kendisini arar. Her seferinde bu soruyla karşılaşan yazarsa genelde kaçamak cevaplar verir. Kürşat Başar, bu kez doğrudan söylüyor: “Romanlarımda yarattığım kahramanların hepsinde benden izler var.”
Kürşat Başar, kitaplarının hikayesini yazmak üzere yola çıktığı ve ‘Aslında Hayal’ adını verdiği anı - romanda hem hayatından kesitleri anlatıyor hem de okuyucuların ona sık sık sorduğu sorulara açık yanıtlar veriyor.
“O kahramanların hepsi benim parçalanmış halim” derken, yazma eyleminin nasıl şizofrenik bir ruh hali olduğunu gözler önüne seriyor. Bazen kendisini bile şaşırtan ve yazı serüveninde bir nirengi noktası olan ‘Başucumda Müzik’, bunun en iyi örneğini teşkil ediyor.
‘Roman gibi’ yazmış
Bilenler hatırlayacaktır; ‘Başucumda Müzik’, 1950’li yıllarda geçen bir aşk hikayesidir. Menderes hükümeti döneminde dışişleri bakanlığı yapan Fatin Rüştü Zorlu ve sevgilisi olarak bilinen Vesamet Hanım arasındaki yasak aşkı anlatır. Başar için bu hikaye bir çıkış noktası olmuş ama birebir gerçek isimler ve tarihi olayları vermek yerine, kurgusal hale getirmeyi tercih etmiş.
Kendi deyimiyle, ‘gerçek bir olayı belgesel
Selim İleri ile buluşmaya giderken, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın o sözü aklıma düştü: “Bir şehri sevmek, aşka sebep aramaktır.” İleri’nin İstanbul’a olan düşkünlüğünü böyle de tarif etmek mümkün müydü? Evet, o da kabul etti; çocukluğunu, gençliğini, en güzel yıllarını geçirdiği İstanbul’a olan güçlü bağının bir nevi aşk olduğunu anlattı. Ama bundan böyle yeni bir İstanbul kitabı yazmayacağını, çünkü artık belleğindeki İstanbul’u bitirdiğini söyledi. ‘Neden’ diye ısrar etme ihtiyacı hissetmedim. Fazla söze gerek yoktu; hüzünlü bakan gözleri, onun İstanbul’unun geride kaldığına beni ikna etti.
Anılarla dolu bir sohbet
Selim İleri ile İstanbul yazılarını derlediği son kitabı ‘İstanbul Bu Gece Yine Sensiz’ üzerine sohbet etmek üzere Cağaloğlu’ndaki Alfa Yayınları’nda buluştuk. Karşılıklı köpüklü kahvelerimizi içerken kitabından aldığım notlarla o yıllara geri döndük, anılarla dolu bir sohbete daldık. İşte o sohbetten notlarım:
- Selim ileri, tarihin sayfalarından edebiyata yansıyanları derlediği bölümde yüzyıl önce yine ‘doğulu muyuz, yoksa batılı mıyız’ meselesinin gündemde olduğunu hatırlatıyor. Aynı meselenin bugünümüzü de belirlediğini düşünüyor. Tartışmayı sevdiğimizi, doğu veya