En zorlu anındayken bile kavganın, gökyüzüne bakmayı unutma diyen şairin duygusuyla etrafımda ışığa dair emareleri takip ediyorum. Zor olsa da, ruhumuza iyi gelecek olanları topluyorum. Sanattan, hayattan konuşalım istiyorum. Hatta bunu iş ediniyorum.
Geçtiğimiz hafta sonu Bodrum Turgutreis’de Uluslararası D - Marin Klasik Müzik Festivali’nin açılışı dolayısıyla farklı geçen 1 - 2 günü, zihin haneme artı olarak kaydediyorum. Turgutreis, Bodrum’un uzak ama hâlâ köy dokusunu koruyan bölgelerinden biri. Yalıkavak, Göltürkbükü misali lüksün ve şehir mimarisinin kaplamadığı bu küçük köydeki marina tasarımıyla, sıcak ve hoş bir ayrıcalık. Bir de marinada gerçekleşen klasik müzik festivali var ki, beldenin niş olma özelliğini arttırıyor. Doğuş Grubu’nun ilk adımını attığı ve koruyucusu olduğu D - Marin Klasik Müzik Festivali, uluslararası alanda saygın bir yere sahip... Dünyada klasik müzik alanında ödüllü bir organizasyon olarak 12’nci yılına erişti. Üç yıldır açılış törenini sunmanın keyfi de bana kısmet oldu.
Sekiz güne uzadı
Bu yıl 20 Ağustos’daki açılış konserinin konuğu dünya çapındaki sanatçımız, piyano virtüözü İdil Biret’di. Şef Ender Sakpınar yönetimindeki Cumhurbaşkanlığı Senfoni
Ülkemin gündemi karışık, kafamız ise karmakarışık. Şöyle farklı bir mevzuya dönsek, bizi buralardan alıp götürecek hikayeler bulsak derken, bir baktım ki Şebnem İşigüzel’in son romanı ‘Gözyaşı Konağı’na dalıp gitmişim. İnsanoğlu varolduğundan bu yana ateşin başına toplanıp hikaye dinlemeyi severmiş ya, ben de o duyguyla ‘Gözyaşı Konağı’na 1876’daki Osmanlı dönemine kaptırdım kendimi.
Hikaye, o yıllarda evlilik dışı hamile kalan genç bir kadının yaşadıkları üzerinden ilerler. Zengin bir ailenin akıllı ama asi kızının başına gelen bu ‘rezalet’, ki durumu ailenin kadınları böyle nitelemektedir, acıyı, hüznü, utancı beraberinde getirir. Karnında gayrimeşru çocuğuyla genç bir kadın eziyete maruz kalır. Öz annesi, ablaları ve halası yani ailenin diğer kadınları da cellatları olur. Ettikleri eziyet kâr etmeyince, durumu evin erkeklerinden saklayabilmek için genç kadını gizlice Büyükada’daki konağa gönderirler. Maksat doğum yaptıktan sonra orada icabına bakmaktır. Hamile kızın yanına verdikleri, Bedriye Kalfa da cabası.
Burada okuyucu olarak, namus derdine, evin kadınlarının yaptıkları içimi acıtıyor, ‘kadının kadına ettiği’ dedirtiyor. Nerede kadın dayanışması diye düşünürken, yüzyıl
Türkiye’de ilk güzel sanatlar müzesi olan MSGSÜ Resim ve Heykel Müzesi’nin resmi tarihi 1937’de başlıyor. Aslında Mimar Sinan Güzel Sanatlar’ın kurucusu Osman Hamdi Bey’in vasiyetiyle Halil Edhem Bey tarafından 1914 yılında kurulmuş. Savaş yıllarında kalıcı bir mekanı olmadığı gibi, eserler sandıklar içinde oradan oraya taşınmak zorunda kalmış.
1937’de Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle Dolmabahçe Sarayı’nın Veliaht Dairesi, müzenin kalıcı mekanı olmuş. Ama daha ilk yıllardan itibaren binanın tabanının çökme tehlikesi, eserleri sergilemeye izin vermemiş. İşin aslı, restorasyon için istenen bütçe hiçbir zaman sağlanamamış. Ayrıca Dolmabahçe Sarayı’nın Veliaht Dairesi’nin Milli Saraylar’da olması nedeniyle ancak küçük çaplı tadilatlar için izin alınabilmiş, onlar da derde deva olmamış.
Bütçe 2006’da çıktı
Üniversite, ilk kez 2006 yılında devletten bütçe almış ve restorasyonu yüklenici firma yerine koyarak yine Milli Saraylar’a vermiş. Ancak ‘eserler içindeyken restorasyon yapılamaz’ dendiği için Veliaht Dairesi’nden çıkarılmışlar. Hal böyle olunca, 2011’de depo olarak Tophane’deki Antrepo 5’i kiralamışlar. Sonrasında izlenen yöntemin doğru olmadığını düşünerek Emre Arolat’tan acil
İstanbul’da yaz akşamları güzeldir. Açıkhava konserleri ve müzik dinletileri şehirde yazın alametifarikasıdır. Nitekim geçtiğimiz hafta Harbiye Açıkhava Sahnesi’nde başlayan konserlerle üzerimizdeki ağırlığı attık, bir nebze de olsa normale döndük. Candan Erçetin’in dediği gibi: “Şarkı söylemek iyi geldi.”
Sanatçıyla daha önce sohbet ettiğimde, Harbiye Açıkhava Sahnesi’nin 18’inci yılının kutlanması nedeniyle farklı bir konser için epeyce kafa yorduklarını anlatmıştı. Doğrusu, yorulduklarına değmiş. Erçetin ve değerli orkestrası, izleyicilerine kelimenin tam anlamıyla dört mevsimi yaşattı. Dekoru, kostümü ve her mevsimin ruhuna uygun şarkılarıyla bizi hem hüzünlendirdi hem sevindirdi hem oynattı hem de coşturdu. Açıkhava’yı dolduran binlerce kişi, aynı duyguları paylaştı ve şarkıları bir ağızdan söyledi.
Konser sonbaharla açıldı
Sonbahar için zeminde ve fonda sarıdan kızıla çalan güz yaprakları vardı. ‘Onlar yanlış biliyor, kimsenin suçu değil’ diye başladık geceye... ‘Bana anlatma sakın, riske girseydin eğer, yola çıksaydın eğer, neler yapardın neler’ diyerek devam ettik. Ardından sert rüzgarlar esti ve kara kış geldi. Yaz ortasında Açıkhava’ya yağdırılan lapa lapa kar eşliğinde
‘Ağlamak Güzeldir, Süzülürken Yaşlar Gözünden, Sakın Utanma’. 70’lerden bugüne gelen, artık kült olmuş bu şarkı, şimdilerde Işıl Yücesoy’un yorumuyla kulağımda... 37 yıl sonra yeniden stüdyoya giren, albümün adı gibi ‘Zamansız’ şarkıları seslendiren Işıl Yücesoy, ‘Ağlamak Güzeldir’i anlatırken, “Elbette utanmayacağız, o en dürüst, en naif halimizi saklayamayız, hatta bağıra bağıra ağlayacağız, ama pes etmeyeceğiz” diyor.
Albümün çıkış şarkısı ‘Büyümedim’ yepyeni bir şarkı. O da, aynı duygulara tercüman oluyor; ‘Her nefeste yarına inandım ben. Dostumu düşmanımı tanıdım özden. Her yenilgide ayağa kalktım hemen. Diz kapaklarım kanıyorken koştum yeniden.’ Bu şarkılar, hayatı boyunca acılar yaşamış, kanserle mücadele etmiş, annesini, kardeşini art arda toprağa vermiş ama her seferinde hayata karşı dikilmiş bir kadının yiğit tavrını anlatıyor. Ve bir Hakan Eren projesi olarak ‘Zamansız’ albümüyle dinleyiciye ulaşıyor. 70’li yıllardan sonra değişen izleyici ve dinleyici profili, Işıl Yücesoy’u müzikhollere , müzikli mekanlara yabancılaştırmıştı. Müzik piyasasının o yıllardaki koşulları ona sentetik gelmişti. Sahnelerden, stüdyolardan vazgeçmiş ama müziğe olan tutkusu içinde saklı
15 Temmuz gecesi yaşananların yarattığı şok, o kaos ortamı, bu ülke için çalışan, üreten, iyi birer vatandaş olma sorumluluğu ve demokrasi sevdasını paylaşan hepimizi derinden yaraladı. Belli ki, büyük bir felaketin eşiğinden döndük. Vatandaşıyla, polisiyle, gerçek askerleriyle, siyasileriyle ve medyasıyla bu ülke birlikte ve sağlam durdu. Ama hepimiz kendi adımıza, kendi payımıza o anlara, saatlere tanıklık ettik. Belki de hiç silinmeyecek bir korkuyu iliklerimize kadar hissettik. Yine de en çaresiz hissettiğimiz anda bile “Tek çare demokrasi” demekten vazgeçmedik.
Bir gece öncesinde Kadıköy - Moda’da Genco Erkal’ın uyarlayıp yönettiği ve Tülay Günal’la oynadığı ‘Güneşin Sofrasında - Nazım ile Brecht’i izledim. Kulağımda Erkal’ın seslendirdiği Nazım’ın o dizeleri kaldı; “Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?” Bu dizeleri dinlerken, daha yaşanılası bir dünya ve ülke için iyiden, güzelden yana olmaktan vazgeçmemek lazım diye düşündüm.
Onu Nazım çağırdı
Genco Erkal, tiyatrosundan hiç vazgeçmedi. Eğilip, bükülmeden doğru bildiğini yapmaya, sahnede olmaya devam etti. Yaz aylarında oyunlarını sahneye koyduğu, dedesinden kalma Talat Ali Paşa
Biz ‘şehir romantikleri’ hem şehrin karmaşasından şikayet ederiz, hem de şehir bağımlısıyız. Belli dozda stresi varoluşumuzun gereği zannederken, bir yandan da bir hayalimiz var: “Gün gelir, her şeyi bırakıp bir sahil kasabasına yerleşiriz, 3 - 5 odalı bir butik otel işletiriz, az aşım kaygısız başım deriz.” Yani, ‘Orada bir köy var uzakta, o köy bizim köyümüz’ misali bu hayalle avunuruz. Aslında o kadar da zor değil. Ticari kaygıyı en aza indirmek, ölçeği küçük tutmak kaydıyla bu hayal gerçek olabilir.
Geçtiğimiz hafta, 3 - 4 gün geçirdiğimiz ‘Alaçatı Mavi Ev’ benim için tam da böyle, umut veren bir örnek oldu. Bayram çılgınlığının Alaçatı köyünü bastığı günlerde, sakin bir köşe ararken, arkadaş tavsiyesiyle ‘Alaçatı Mavi Ev’i bulduk. 1870’den kalan taş evin rahatlatan ortamı, tatilimizin sürpriziydi. Mavi Ev’i işleten Beycan İnaluk ve Muharrem Öterbülbül’ün ev sahipliği de bu rahatlığı kat be kat artırdı.
Beycan ve Muharrem 2012 yılında, dört odalı ‘Mavi Ev’i işletmeye başlamış. İlk andan itibaren, makul bir plan çerçevesinde davranmış, hedeflerini de, hayallerini de abartmamışlar. Bundan 4 - 5 yıl önce, şehirde tıkanıp kaldıkları bir anda, yolun sonuna mı geldik diye
Acıyı ve kaybı derinden yaşadığımız zamanlarda, sözün bittiği yerde öylece kalırız. Sonra ister istemez “Hayat devam ediyor” der, yine yola koyuluruz.
Ben de bu gaflet duygusuyla “Günümüz bayram olsun” diyerek, anlatmaya devam edeyim. İyiden, güzelden dem vurayım.
Bu kez, İtalya’nın güney ucunda, bol sürprizli bir kasaba olan Taormina’dan notlarım var.
Sicilya, tatil destinasyonu olarak en fazla bilinen yerlerden biri elbette. Doğusundaki Katanya ise, özellikle THY’nin direkt uçuşları dolayısıyla şimdilerde rotamızda yer buluyor.
Nitekim, İstanbul’dan iki saatlik uçuşla Katanya’ya iniyoruz. Hemen havaalanı çıkışında art arda gelen otobüslerden Taormina yazılı olana kendimizi atıyoruz. Fakat o da ne? Pek köhne, yer yer terk edilmiş hissi veren binaların olduğu yerlerden, adeta 1960’lardan beri bakım görmemiş kasabalardan, köylerden geçiyoruz. Öyle ki, otobüsle bir buçuk saati bulan bu yolculuk biraz yüzümüzü düşürüyor.
‘Masal gibi bir kasaba’ olarak anlatılsa da Taormina’nın hayalkırıklığı olup olmayacağını merak etmeye başlıyoruz. Ama Taormina tabelasını gördükten sonra görüntü, şekil değişiyor. Otobüsümüz çok virajlı, giderek dikleşen yokuş yolu tırmandıkça tırmanıyor. Nefes kesen bir