Derbi futbolun bayramıdır... Keyiftir, heyecandır, özlenendir... Büyüklere korku filmi gibi gerilimle keyfin harman olduğu seyirliktir, çocuklar için sokakta oynamakla lunaparka gitmek arasındaki farktır.
Yaş, cinsiyet fark etmez; herkes bir şeyler alır ilgisi, sevgisi, tutkusuyla orantılı.
Ama takımlar için mesleki bir sınavdır ve en ciddi olaylardan biridir...
Bu derbi çok daha ciddi...
Bakmayın; medya tansiyon yükselmesin diye teknik-taktik gözlüğüyle bakıyor ama hem Fenerbahçe hem de Galatasaray için “nefes” gibi bu derbi...
Biri alacak nefesi, diğerininki tükenecek.
Futbolcuyu, hocayı, yönetimi aşan kulüplerin tarihinden ekonomisine kadar her konuda etkileşimi olan bir doksan dakika bekliyor tarihi kulüplerimizi.
Yok Fatih Hoca’m yok!.. Yıllar önce temelden girip tuğla tuğla diktiğin, her turnuva öncesi restore edip bölümler eklediğin ve sorumlu olduğun turnuvalar bitinceye kadar ofis olarak kullandığın“gerilim üretme merkezine” bu sefer yanlış kapıdan girdin...
İşe de yarıyordu eskiden!..
Orada üretilen negatif sinerji sahaya enerji olarak dönüyor, uyuşuk uyuşuk girenler hırstan dişlerini gıcırdatan futbolcu tipinde çıkıyordu kapıdan. Motivasyon tavan yapıyordu.
Ve o mekanda askıya konup dilim dilim doğranan medya oluyordu şaşmaz biçimde.
Olsun... İş görüyordu ya...
Medya da muhtemel zaferlerden sonra dengesini kaybediyor “çorbada tuzumuz var” diye seviniyordu kasabın bıçağını yalayan kurbanlık koyun gibi. Alan razı, satan razıydı.
Ama bu sefer kapı yanlıştı.
Fatih Terim’in konuşma metni içinden kelime-cümle-paragraf cımbızlayıp üzerine ahkam kesmek yerine, “mealini” yazayım önce:
“(İster prim, ister polim, ister isyan; her ne halt olmuşsa) Fransa’da fena halde kalbimi kırdı bu çocuklar benim.
Dedim ki, “şunların aklını başına getireyim”!..
Açık söyleyeyim, “biz ettik sen etme telefonları yağacak” ve otoritem resetlenecek sandım...
Ne gezer!.. Elimde büyüyen veletler, kenarda Milli Takım’ın çökmesini bekleyip beni açmaza ittiler.
Alın o zaman dedim... Yaptıklarını değil ama dönme şartlarını sıraladım millete ki, suçlarının boyutları ortaya çıksın...
Yine tık yok...
Diyorlar ki, “Terim aday kadroyu neden bu kadar geniş tuttu”!..
Ne bileyim!.. Arda, Selçuk, Burak falan arada kaynasınlar diye belki!.. Ana sorunun etrafına başka sorgulanacak olaylar koyup dikkati dağıtmak da bir taktiktir.
Zaten çok önemli değil, sahaya 11 kişi çıkacak.
Beni asıl üzen kaçırdığımız fırsat!..
Bizi de davet etselerdi fena mı olurdu yani? Bir çaylarını içip giderdik. Bu furyada milli olurduk işte.
Aslında bize gelinceye kadar sırada Volkan Demirel var...
Daha ne yapsın adam Milli Takım’a yeniden davet alabilmek için.
Bir bedevi reisi, bir deve, bir köle... Kabileden yola çıkmışlar, Sana’ya gidiyorlar. Başkent uzak, çöl sıcak.
Devenin üstündeki Reis,belki eğlenmek için belki de aşağılamak niyetiyle sesleniyor kölesine. “Devenin pisliğinden bir avuç yersen yer değişiriz, ben yaya sen deveyle gideriz”!
Taze pisliğe elini daldırıp yemez mi köle!..
Yol uzak, çöl sıcak, Reis perişan... Devenin üzerine kurulan köle, ağzındaki kötü tadın intikamı için son darbeyi indiriyor Reis’e:
“Sen bir avuç ye yer değiştirelim sahip”!..
Feci durumdaki Reis çaresiz atıyor ağzına bir avuç ve çıkıyor devesine.
Sonra yine... Deve pisliğini yiyen deveye biniyor.
Sezon bittiğinde ligin öyküsünü yazanlar, 10. haftaya ayrı bir yer ayıracaklar ve “Fenerbahçe’de sönmüş şampiyonluk ateşinin yeniden tüttüğü günler” diye not düşecekler muhtemelen!..
10’dan önce, “ondan sonra” diye ayıracaklar Fenerbahçe sürecini...
Neden?.. Galibiyet serisi dörde çıkınca sadece Avrupa’da yürüyüp Süper Lig’de puan kazanmıyorsunuz, algınızdan yürüyüşünüze kadar her şey değişiyor ki, kazanmanın yolu özgüvenini kazanmaktan geçiyor şu zorlu futbol dünyasında çünkü. Tabi 10’dan sonrası da başka türlü önemli Fenerbahçe için... Galatasaray serideki 5. galibiyet olursa, fazlası yaşanır yazdıklarımın.
3-1’lik deplasman galibiyetine gelince...
Aslında geçmiş öykülerin ve örneklerin hepsi Fenerbahçe’nin aleyhineydi Akhisar maçından önce... Hatta kâbus gibi!
Mesela yüksek eforlu Feyenoord galibiyeti ardından sert bir takım olan Osmanlıspor’dan ancak 1 puan almıştı ki, yüksek eforlu Manchester galibiyeti sonrası oynadığı Akhisar da sert ve hızlı bir takımdı Fenerbahçe’nin...
Bu kadarla kalmıyordu... Fenerbahçe, Başakşehir’den 5 yiyen Alanya’ya bir hafta sonra puan kaptırmış, Akhisar da geçen hafta Başakşehir’den 5 yemişti...
Sezon başında kazandığı Süper Kupa’nın özgüveni ile lige iyi başlayan, son haftalardaki düşüşünü “kötü oynarken de kazanmasını bilerek” kapatan Galatasaray’a “acı teşhisi” koyan Medipol Başakşehir oldu.
“Bu futbolla şampiyonluğu unut”!..
Aslında çok şey vaat eden bir maçtı. Süper Ligin ilk iki sırasındaki takım oynuyordu ve Başakşehir’i liderliğe taşıyan “takımdaşlık” ile Galatasaray’ı yükselten “bireysel kalite” kozlarını kıyasıya paylaşacaktı.
Sistem ile şöhret karşı karşıya idi...
Lakin, ilk yarıda karşılıklı birer gol olsa da beklenenin çok altındaydı takımlar da futbol da…
Mutlaka tartmak gerekirse Galatasaray bir kademe üstte...
Riekerink nedense Podolski’yi kulübede bırakmış, cezalı Tolga Ciğerci yerine De Jong’u, kadro dışı Yasin’in yerine Sinan’ı monte etmişti.
Galatasaray’ın en çok güvendiği Bruma’nın oynadığı, Sneijder’in takviye ettiği sol kanat, Başakşehir tarafından öylesine sıkı korunuyordu ki, ev sahibi takım sadece sağdan pozisyon üretebiliyordu.
Betonda da futbolda da, karizmadan görev adamlığına, son yılların en başarılı başkanı kimdir?
Tartışmasız Fikret Orman.
Herkes biliyor, saymayacağım somut başarılarını.
Zaten konumuz onun yaydığı güven, gösterdiği duruş, demir yumruktan hiç çıkarmadığı eldiveniyle ilgili; seçtiği çalışanları, bulduğu paralı, kupaları, inşaatları ile değil.
Mevkidaşları arasında “bir numaraya” yükseldiği halde, komşuya taş atmayan, tansiyon arttırmayan, futbol kavgalarına zerre kadar katkısı olmayan mütevazı tavrı, ülkemizin içinden geçtiği şu kırılgan süreçte en az şampiyonluk kupası kadar değerlidir.
Beşiktaş, Beşiktaş taraftarı olmayan çok geniş bir kitlenin gönlüne adını “saygı değer rakip” olarak yazdırmış, “düşmanlık” kavramını literatür dışı bıraktırmışsa ve bunun telif hakkı rahmetli Süleyman Saba’nınsa, bugün devam etmesindeki en büyük pay Fikret Orman’ındır.
İnanmayacaksınız ama en az kendisi kadar titizim ben de bu konuda!..