Şampiyonluk adayları arasında Eto’ya (okunduğu gibi yazacağım artık) ihtiyacı olmayan veya Eto’nun şansını yükseltmeyeceği bir tek takım yoktu...
Şampiyonlukla alakası olmayan takımda kaldı.
Eto “vatan kurtaran aslan” değildi belki... Ama Eto’nun ele geçirilmesi, Eto’nun “karesine” denk geliyordu...
Sen alıyorsun diğerleri Eto’suz kalıyor!
Bu terazinin kefesini ağırlaştırmak için dışardan bir şeyler eklemekten öte, diğer kefeden alıp senin kefeye koymak gibi bir olay.
O yüzden Başakşehir en çok parayı verdi, Trabzonspor teklif yaptı, Beşiktaş almak için çabaladı, Galatasaray düşündü, bir ihtimal Fenerbahçe Eto’nun Antalya’da kalmasını sağladı!!!
Fenerbahçe’nin günahı boynuna tabi... Ben Fenerbahçe zekasını önemsediğim için böyle bir tahminde bulundum sadece.
1934 yılı... Çanakkale savaşının yıldönümü... Törende yapılacak konuşmayı bizzat Atatürk kaleme alıyor ve İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’dan okumasını istiyor.
Nutuk aynen şöyle:
“Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçikle yanyana koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen Analar! Göz yaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız, bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”
Muazzam bir empati değil mi? Katıksız insanlık.
Kolay değil!.. Can alınıp can verilmiş Çanakkale’de...
Anadolu bir neslini yitirmiş, İngiliz, Avustralyalı, Yeni Zelandalı on binler toprağa düşmüş.
Emperyalizmin karanlık yüzüne piyon olup hem savaşı hem canını kaybedenlere ne “düşman” ne “gavur” ne de “nefret” cümleleri var yüce önderin kaleminde...
Aslında maç değil “dram” vardı Trabzon’da!.. Hani gençliği gerilerde kalmış adamın gençlerle aşık atmaya çalışması, servetini kaybetmiş birinin eski günlerine özenmesi gibi hevesle başlayıp kaçınılmaz hüzünle biten bir dram...
Senaryo taa sezon başında yazılmıştı... Hatta iki-üç sezon önce!
Takım da seyirci de “Bari Avni Aker’deki son maçta eski günlerimizi yaşayalım” istediler...
Hiç yoksa doksan dakika!
Ama, yarım saate kalmadan hayatın ve futbolun gerçekleriyle yüzleştiler.
Fenerbahçe eksikti... Skrtel, Van Persie, Hasan Ali, Volkan Şen yoktu.
Trabzonspor ise fazlaydı!.. Bu takımın belki yarısı olmasa da olurdu.
Lazım olanlarda Yusuf Erdoğan da henüz 28. dakikada kırmızı kart görüp atılınca ve on dakika sonra tribünler kendi futbolcusuna, kendi yönetimine bağırmaya başlayınca, Trabzon İl Güvenlik Kurulu’nun Fenerbahçe seyircisine tribünü yasaklamakla ne kadar doğru iş yaptığı ortaya çıktı.
Hani... Nefesten alacaklı kalırsınız ya bazen!.. Göğüs kafesinizdeki körükler, neyi var neyi yoksa hayret ve kıvançla ağzınızdan dökülen “vay be” ünleminize üfler, sonra durur bekler...
Hani... Bilinç, karabasanı yenip uykunun derinlerinden çekip çıkarır ya sizi!.. Kan ter içinde olmanıza aldırmaz kurtulduğunuza sevinir, hayra yormaya çalışırsınız kâbusunuzu...
Hani... Yolda yürürken omzu değene, ayağınızı ezene kızacağınız yerde sarılasınız gelir!.. Yere mendil muamelesi yapana bile kardeşçe bakar “belki bir derdi var” empatilerine dalar, kendinize bile hayret edersiniz...
İşte öyle bir şey...
Spor Bakanı, Federasyon, Kulüpler Birliği başkanları, kulüp yöneticileri ve futbol direktörünün medya ile birlikte Gümüşsuyu’ndan Şehitler tepesine inip sokağı korkunun rehinesi olmaktan kurtarması, öyle bir şeydir.
Bu kadarla kalmaması, açtığı cesaret bayrağı altına vatandaşları ve tüm futbol camiasını davet etmesi, Perşembe günü yapılacak organizasyonla bunu somutlaştırması öyle bir şeydir.
Şehit ailelerine “daha neler verebiliriz” hesapları ile maç biletleri için adeta açık arttırmaya kalkışan kurumlarımızın, insanlarımızın sembolik maça koşmaları böyle bir şeydir.
Zihnimizi kudurmuş terörün dişlerinden biraz olsun kurtarabildiğimiz, farklı bir şeyle meşgul edebildiğimiz, bombasız kurşunsuz heyecanlanabildiğimiz, bir tek maçlar kaldı galiba...
O da başlama ve bitiş düdükleri arasında...
Hatta sahada futbolun dozu düşerse tribünlerin aklı yine kayıyor kayıplarımıza, acılarımıza, kızgınlıklarımıza.
Sanki travma sonrası stres bozukluğu için toplu terapi maçlar... Bir buçuk saatlik seanslar!
Osmanlıspor-Galatasaray maçı da aynı şekilde başladı, iki takımın birlikte taşıdığı “terörü lanetliyoruz pankartı” ile...
Saygı, acı, bayrak, İstiklal Marşı... Hançereleri yırtan “şehitler ölmez” sloganı.
Düdük çaldı, hepimiz maça döndük “ayıp ediyor muyuz” kaygılarıyla!
“Sözde değil özde” eylemlere, söylemlere, duruş ve yaklaşımlara öylesine hasrettik ki!.. “Olamaz” gibi geliyordu epeydir!
Pek çok doğru dürüst işten kuşku duyuyorduk haklı olarak/istemeden. Satır araları okuma, art niyet arama, çıkar ve reklam koklama uzmanı olmuştuk.
Kırk yılda bir belgeli, getirisiz, yağcılık ve popülizm lekesi bulunmayan bir tanesine rastlayınca, vaha görmüş bedevi gibi ne kadar susuz kaldığımızı anlıyorduk; kana kana içmeye çalışıyorduk.
Hele futbolda...
Ama “beleş tepenin” adı Şehitler Tepesi olduğundan beri her şey farklı...
İçimize bastırdığımız insanlığımız/kardeşliğimiz/empatimiz bayraklaştı, dalgalandı, yüceldi o tepeye dikildi.
Deli, art niyetli veya hain olmayan her vatandaşımız maddi manevi yara sarma eylemine gönüllü şimdi.
Futbol şahane, lig heyecanlı, mücadele keyifli ama gün aşırı terörle “hayatına maç” yapan insanların coğrafyasında biraz nahif kalıyor azizim!..
Absürt geliyor bazen...
Bazen liste dışı, bazen de son sırada.
Üç büyüklerin maç günlerine bakın:
Beşiktaş oynamış eve gidecek kırım, Galatasaray maç oynuyor taziye, Fenerbahçe sahaya çıkacak cenaze...
Kara... Kapkara her şey... Yayıncı kamerası mutlu portre bulamıyor tribünde. Bırakın kahkahayı, gülmeyi, sırıtanların bile ya vatan sevgisinden ya da aklından şüphe edileceği günlerden geçiyoruz maalesef.
Antalya’da Cüneyt Çakır kale seçim atışını genç bir polise yaptırınca, Beşiktaşlı Bursalıya evini açınca, İstanbul Şehitler Tepesi’nde hasım, rakip hatta düşman sanılanlar kol kola girince “ne hoş” diyeceğimize gözlerimiz yaşarıyorsa, ruh halimizi varın siz hesaplayın.
“Bir ölür bin doğarız” sözünün özüydü dün Galatasaray-Gaziantepspor maçında çakı gibi vazife yapan ve milli yasa milli gurur çerçevesi takan Türk Polisi...
Sanki hiç eksilmemişlerdi.
Hiçbir şey olmamış gibi göreve devam ediyorlardı.
Zaten onlar dürüst olalım; geçimsizliğimiz yüzünden- futbolun vazgeçilmez unsurlarından biriydi.
Teknik direktörsüz maç olurdu ama polissiz olmazdı.
Üstelik futbolun içindeki herkes keyif/hüzün/para/şöhret stattan payına ne düşerse alıp dönerken, onlar ilk gelir son gider, dikilmekten ayakları şişer, modern statların lüksünden lezzetinden bihaber, birer kuru tayına talim eder, golü bile göremeden geri dönerlerdi.
Maç anıları, psikopat saldırıları, kırık şişeler, uçuşan koltukların bedenlerinde bıraktığı çürükler olurdu çoğu kez...