1934 yılı... Çanakkale savaşının yıldönümü... Törende yapılacak konuşmayı bizzat Atatürk kaleme alıyor ve İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’dan okumasını istiyor.
Nutuk aynen şöyle:
“Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçikle yanyana koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen Analar! Göz yaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız, bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”
Muazzam bir empati değil mi? Katıksız insanlık.
Kolay değil!.. Can alınıp can verilmiş Çanakkale’de...
Anadolu bir neslini yitirmiş, İngiliz, Avustralyalı, Yeni Zelandalı on binler toprağa düşmüş.
Emperyalizmin karanlık yüzüne piyon olup hem savaşı hem canını kaybedenlere ne “düşman” ne “gavur” ne de “nefret” cümleleri var yüce önderin kaleminde...
Tam tersine, bu ülkeyi istila etmeye gelen ve ölenleri “evlat” kabul etme yüceliği...
Çanakkale’nin her seneyi devriyesinde Atlantik’ten/Pasifik’ten ölen ataları için Türk insanını suçlayan davranışlar yerine, gelip niye bizimle birlikte ağlıyor, kırık buğday çorbasıyla üzüm hoşafı kaşıklıyor sanıyorsunuz İngilizler, Avustralyalılar, Anzaklar?
“Kurucu Babası” bu kadar yüce gönüllü bir ülkenin torunları nasıl bu kadar vicdansız, densiz ve dümensiz hale geldi acaba?
Reina’yı tarıyorlar, her türlü kaynak “yabancı” diye veriyor konuk olarak Türkiye’ye gelip hayatını kaybeden insanları...
Yabancısı mı kalmış?.. Misafir onlar. Dövizleriyle birlikte canlarını da bırakmışlar İstanbul’da; kaderimizi paylaşmışlar, koruyamamışız.
Bitmiyor... Noel ile yılbaşının farkından bihaber kimi ruh hastaları kendi vatandaşını bile “gavur” ilan ediyor yılbaşını kutluyor diye. İçki içtikleri için “katli vacip” sayıyor. Mermi yiyen “yabancılara” bayram yapıyorlar besbelli.
Suçu ve katliamı överek hem insanlık hem de nefret suçu işleyen bu yaratıkların “ortadan kaldırılması gerek” demeyeceğim tabi onlar gibi... Ama cezalarını bulmalılar!
Hapsi falan geçin...
Birincisi; öğrenmeden inandıklarını sanarak kirlettikleri barış ve sevgi dini Müslümanlığı, ikincisi zerre kadar bilmedikleri ve muhtemelen nefret ettikleri Atatürk’ü “doğru/düzgün” öğrenmeye mahkum edilmeliler.
Böylesine berbat günlerden geçerken ne içimizdeki düşmanlara ne de kendini dost sanan aptallara tahammülümüz kalmadı çünkü.
Türkiye’de yabancı futbolcu olmak
Biz şerbetliyiz..... Ana babası Hakkın rahmetine yürümüş, kendisi “aile büyüğü” veya adayı bizim kuşağa, terör tomas!..
Aynı silahla sabah “solcunun” akşam “sağcının” vurulduğu, gencecik fidanların telle boğulduğu, yirmi cinayetin tek sütun habere indiği günlere denk gelmiş ergenliğimiz...
Gençliğimiz Asala ile kavrulmuş... Çaresizliği yudumlamış, hüznü kafamıza dikmişiz. Diplomatlarımız şehit, biz “şehit yakını” olmuşuz.
Darbe görmüşüz... Potansiyel terörist kontenjanından ellerimiz havada yürümüşüz sokaklarda. Tırnak çakısı, yabancı sigara kodes vizemiz olmuş.
12 Eylül’ün sersemliği geçmeden Pkk başlamış ki, hayat yolunun yarısını onunla yaşamışız. Dramın dik alasına, trajedinin katmerlisine birinci elden tanık olmuşuz.
Mesela, bir spor gazetecisi olarak ben, aynı zamanda bölücü terör uzmanı olmuşum kaçınılmaz şekilde; Güneydoğu’yu doğduğum İstanbul’dan iyi öğrenmişim... ZapSuyu’nun rengine Terkos Gölü kadar aşina hale gelmişim. Kasrık Boğazını, Boğaziçi kadar sevmişim.
Hatta alışmışım; iç savaşta Bosna’ya, Eritre’ye gitmişim...
Merkezinde veya kenarında, bizim kuşağa dahil doktoru, mühendisi, memuru, işçisi, öğretmeni kimse kalmamış terörün kapsama alanı dışında.
Askeri polisi yazmıyorum bile.
O yüzden, Pkk pususu, Selefi kurşunu, Daeş bombası, kanatır/acıtır/yakar ama yıkamaz bizi.
Genç kuşakların da farkı yok bizden.
Hatta, bin beter bizim gençliğimizden. Vatani görevde, olmadı sokakta/meydanda, olmadı eğlence yerinde yüzleşebiliyorlar terörle.
Tamam... Biz TC vatandaşları alışkınız.
Ama biz bize değiliz ki küreselleşmiş Dünya’nın parçası bu coğrafyada... Farklı pasaportlara sahip pek çok insan da ekmeğini burada kazanıyor ve yaşamımıza ortak oluyor.
Örneğin yabancı futbolcular.
Pek çoğunun yaşamında terör adına, kendilerinden çok uzak ülkelerde yaşananlar ve tribün aşırılıkları dışında anı yoktu yakın zamana kadar.
Şimdi “aşırı doz” durumundalar!
Onların kramponlarını giyerseniz anlarsınız hallerini.
Adamın ülkeye ayak bastığı hava alanını bir teröristler basıyor bir Fetöcüler. Geçtiği köprüyü Kobra helikopterler tarıyor bir gün. Maç yaptığı stadın yanında bomba patlıyor. Eğlenmeye gittiği yerde bile katliam oluyor. Evinde oturup televizyona baksa, silme terör.
Tamam... Bu Dünya’da terörden kaçılacak yer yok...
Ama adamların nispeten huzurlu ülkelere gitme, orada icra-i sanat eyleme şansı ve imkanı var.
Helal olsun; yine de bir iki tanesi dışında betona çakılmış çivi gibi dik ve sağlam duruyorlar.
Yetmiyor; terörü kınamak, yaralarımızı sarmaya çalışmak, şehitler için etkinliklere katılmak, sosyal medyadan Türkiye’nin imajını korumaya çalışmak gündelik işleri haline geldi. Canla başla yapıyorlar.
Bazen söyleniyoruz onları aynı kefeye koyarak... “Gelip paramızı alıyorlar göz zevki bile vermeden gidiyorlar” diyoruz kimileri için.
Hele ben, bizim gençlerimizin önünü kestiklerini de iddia ederim ama... Sezar’ın hakkı Sezar’a...
Adamlar, “bizim İrlandalılardan” bin kat faydalı oluyorlar terörle mücadelenin vazgeçilmez unsuru dik durmak konusunda.
İster paramızı sevsinler, ister bizi... İster katkı yapsınlar ister yapmasınlar futbola...
Her kim ki, şu acı günlerde topa vuruyor ve acımızı paylaşıp azalmasına vesile oluyorsa; saygı dışında minnettarız ona.
Allah onları da korusun terör belasından.