Çokça kez yazılmış ve irdelenmiştir “ego” elbetteki. Ben de birçok yazımda hırsa, egoya ve kendini bilmemeye değinip durmuşumdur. Ancak bu kez, gerçekten korkunç seviyeye ulaşan egonun bilinmezliğini ve kaybettirdiklerini bambaşka bir fırtınayla estirmek istedim.
Sona yazılacak ağır sözü başa yazarak başlamak belki daha etkili olacak bu sefer: Egonuz ruhunuzu tamamen sarmış ve sizi ele geçirmişse, artık dostlarınız size karşı sadece “susacaklar”. Asla düzeltmeyecekler ve siz gerçeğinizi duyamayacaksınız.
Benim için çok acı bir noktadır bu esasen. Tersten gidiyoruz madem, anlatalım. Düşünün bir; dost dediğin hata yaptığında uyarır, düştüğünde kaldırır, karıştığında toparlar. Ama egon seni ele geçirmişse ve bunu dostun fark etmişse sana artık hiçbir şey söyleyemeyecektir. Yani bindiğin o yanlış kayıkla, kayalara çarpa çarpa ama anlamaya anlamaya yüzeceksin. Hata yapmamak ve kendini doğruluğun içinde güvende hissetmek isteyen insanlar için, bu gerçeklik bana olduğu gibi ağır gelecek olmalı.
Bakın normal bir egodan yahut ortalamanın biraz üzerine çıkmış egodan bahsetmiyorum. Hatta gelin bir kategoriyi daha ayıralım. İnsanların bazı eksiklikleri ya da kendilerinde eksilen duyguları
Hukukun her şeyiyle bağdaştırırım ben hayatı. Ee bir yanım Avukat bir yanın yaşam sözcüsü olunca. Hep denir de “Aşkın Kanunu” var mı ve hayatın hukuku nedir, bir de benden dinleyin.
Özgürlüklerimiz parsellerimiz gibidir, çubuklarla çevrilip kadastrosu yapılmıştır hani. Müdahale olursa, “men edebiliriz” özgürlük parselimize kastedenleri. Ama yan parseller vardır mesela ailemiz, sevdiklerimiz gibi. Geçit hakkı vardır, elektriğini suyunu senden ona ondan sana geçsin diye. Birleşiktir çizgilerin, bağ vardır çünkü.
İcaba davet vardır ya hani hukukta ama gerçek hayatta da “davete icabet etmek gerekir”; işte öyledir flörtlerimiz, sabırsızlıklarımız ve tüm aceleciliklerimiz. İstediğimizi versin isteriz hayat; o gelsin, sevsin, peşimizden koşsun, af dilesin, alttan alsın. Ama icaba davet etmeyi unuturuz, egomuz ve gururumuz yapıcı olmanın hep engeli olur, yazdığı kanuna uymayan kanunkoyucu oluruz, unuturuz işte vazifeleri.
Bazen tasarlayarak yaşarız; intikam alırız, hırsımızı öfkemizi çıkarır, can yakarız. Üstelik çok sıkı sıkıya azmetmişsek ve hırsa dönüşmüşse mesele, artık evdeki hesap da çarşıya uymayacaktır mesela. Sonu hüsrandır baskılanmış her şeyin. Çünkü istediğin bir şeye veya bir
Doğru insan olmak, dürüst olmak değildir sadece. Doğru insan, dürüst olmanın yanında yara almadan yaşayabilme sanatına nail olmuş insandır esasen. Dürüst olmak mayasıdır evet ama, iyiliğine yönelmiş ve yönelecek kötü niyetleri nasıl yöneteceğini de öğrenmişti o.
Kolay değildir doğru insan olmak ve olmuşsanız doğrunuz, kolay olmamıştır bu mertebeye erişme süreciniz evet!
Doğru insan olmak, “su gibi” olmaktır. Suyun önünde duramaz toprak da taş da. Saf ise, berrak ise su, mutlaka çıkacaktır yeryüzüne ve dahi nereye akmak istemişse. Taş çatlayacak, toprak yarılacak, kaya devrilecektir belli ki. Doğru insanın da mutlaka yolu kendi doğrusuna ve mutlak zaferine çıkacaktır.
Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar derler, belki doğrudur. O da doğru ve dürüst olmanın zorluğudur. Ama mesele şudur, o dokuz köyde bu doğrunun yaşaması da zordur. Yani kendi de istemeyecektir kirlenmiş bu dokuz köyde kalmayı. (O kovulmamış, istifa etmiştir belki misali ;) )
Doğru insan olmak, kendine insani sınırları çizmiş olup; kendi düz yolunda gitmektir. Ama bu, asla sabit fikirli olmak da değildir. Doğru insan, her adımında yere sağlam basıp basmadığına da yolun doğru gidip gitmediğine de bastığı yerin başka
Beyin fırtınası yapmak istediğim bu yazıyı, beynimde yazıp klavyeyle buluşturmakta zorlandım aslında.
Temel sorumu sorarak ve düşünmenizi isteyerek başlamak istiyorum. Sorum şu:
Derinlemesine düşünün, hayatınızı baştan yazacaksınız ve sadece 3 şey aynı kalacak. Bunlar neler olurdu ve geri kalan değişimler neler olurdu?
Basit bir soru gibi düşünmeyin ve basit düşünmeyin lütfen. Bütün detaylarıyla yazacaksınız “yeni sizin” hayali yaşam senaryosunu. Fakat 3 şey aynı kalacak. Bu üç şey, insan, iş, yer ya da bir karakter özelliği olabilir. Bu 3 şeyi seçerken de titiz olun, iyi düşünün. Yazının devamını okumadan önce, 2 dakika buna odaklanarak düşünmenizi tavsiye edeceğim. Aynı kalacak 3 şey dışında, nasıl bir insan olurdunuz? Fiziksel özellikler (saçtan, boya…), yaşadığınız yer, yaptığınız iş, hayatınızdaki insanlar, hobileriniz, aşırılıklarınız, sakinlikleriniz, çılgınlıklarınız, yaptıklarınız ve o an için daha yapmayı hedefleyen haliniz…
Bunu düşünürken iyi odaklanın ve saydığınız detayları unutmayın, kullanacağız. Gelelim bu düşünceden nereye varmak istediğimize:
“Akışta olmak” diye kullanılan bir tarif var biliyorsunuz. Akışta ve olağan olmak iyidir, stabil tutar insanı. Ama aynı hal
Hepimiz aşka dair en önce aşkın kendisini diler ve bizi bulmasını isteriz.
Peki ne kadar özgürüz ya da özgürlüğü bu aşk duygusunun neresine oturturuz en doğru ve en yanlış haliyle!
Özgürlüğü, bir aşkın kendisinden bile, daha mı üstün kılarız? Yani bir aşktan daha büyük bir aşkla mı bağlıyız özgürlüğe?
Ana rahminden dünyaya düşme biçimimiz aşka düşmek gibidir; öyle kutsal, öyle derin. En büyük özgürlüğü o ilk nefes alışımızda tadarız. Yaradanın bizi yaratmak üzere kapattığı ve büyüttüğü o rahim dünyasından tonlarca büyük bir dünyada gözlerimizi kırpıştırıp, nefes alıp ve hatta sesimize kendimizin bile şaşıracağı kadar bağırarak ağladığımız o ilk doğum anımız en büyük özgürlüğü yaşadığımız andır. Tam da bu yüzden yaşam boyu en az bir kere doğum anında bu denli büyük bir özgürlüğü tatmış bir birey olarak özgürlük hissimize karşılık da onu koyarız. Yine tam da bu nedenle hiçbir zaman bu denlisini bulamayacağımızı kavrayamadan arayışlarla ömrü geçirir gideriz.
Tam ömür aynı özgürlük hissini bulmak üzere tüketilmişken de bu koca rahme düşerken aldığımız özgürlük hazzının en yaşlı dünyamızda ana rahmi kadar küçük tabutlarla toprağın altına konulmakla eş tutar ve böylece doğum ve ölüm anı
Bazen herhangi bir konuda herhangi bir şeyin olmasını sadece isteriz. Peki gerçekliğimiz nedir?
Aşkı kalemiyle yaşayan ve yaşatan bu kadın olarak, zihnin istekleri ve gerçekleri de en iyi aşkın içinden örneklerle anlatmayı seçerim. Sizler elbetteki başka konular için de aynı tahlili bu yazı üzerinden yapabilirsiniz.
Bir ilişkimiz olsun ya da olmasın, varsa olanın kıyas ve analizi konusunda; yok ise de zaten aşkın bizzat gelmesi konusunda vizyonlar, tarifler ve beklentiler oluştururuz. Bu istekleri evrenin nasıl anladığı başka bir yazımın konusu olacak ama ben zihnin yarattığı tarif ile kişinin gerçekliği arasındaki uyum ve uyumsuzluk, neticede oluşan mutsuzluklar ve olması gereken değişimleri ele almak istedim esasen bu yazıda.
Örnekleyerek girelim. Bir ilişkimiz yokken, aşka dair hayaller kurar, hayalleri de beklentiye dönüştürürüz. Dizi ve filmlerdeki gibi aniden masadan bizi kaldırıp dans etmeli, romantik sözler söylemeli, hediyeler almalı, tutkuyla öpmeli, şarkılara ve dahi hayata bizden sebep anlamlar yüklemelidir. Hikayeye göre, kesinlikle aşkın tanrıçası veya tanrısı olmalıyız. Beklentilerin ana temaları ise huzur, konfor ve tutku üzerinedir ve geri kalan teferruatlar bunların
Kendine yarattığın kaygıları, korkuları düşün; ondan daha niceleri var.
Yürürken düşmekten korkarsın, belki bu hayatta hangi yolu yürüdüğünü bile bilmiyorken... En masum hayvanlardan korkarsın, hem de onlar senin ondan korkmandan daha çok senden korkuyorken… Para kaybetmekten korkarsın, oysaki parayı yanında götüremeyeceğin bir son veya yaşarken tadına bile varamayacağın yoksunluklar varken...
Mutsuz olmaktan korkarsın ama aslında mutluluk olasılıkları yaratmak ve ona doğru koşmak yerine, mutsuzluk imkanlarını tekrar tekrar zihninde canlandırırken hem de... Başarısız olmaktır en büyük takıntın ya, en azından bir gün daha yaşamayı ve bir tebessüm etmeyi bile başarmaktan tat almayı bilemeyecek kadar...
Eleştiriden korkar, ilişkiden kaçarsın, hayatını değiştirmekten korkarsın, şu an her ne içindeysen bu alanda kalmayı seçersin. Adrenalin ve dopamin dolu aktiviteler fobidir senin için, daha hiç deneyimlememişken…
Çoğunlukla bugünün işini yarına bırakmazsın ama bugünü yaşamayı yarına bırakırsın ya, işte yarın hala yaşıyor olacağından emin olmana hayran kalırım.
Bütün fobiler, korku ve kaygıların nedeni, senin bir zamanlar bir durum karşısında olgunlaşmamış zihin yapınla, gerçek olmayan
Geçen hafta sosyal medya hesaplarımızdan bir sürpriz planlamıştık. Katılım gösterenlerin yüzdesel çoğunluğunun farklı farklı konularda “harekete geçmek” ile ilgili sorusu ve sorunu vardı. Kimisinde aşk kimisinde iş, kimisinde ise hayal ve hedefler konusundaydı. Ben de tam bu konudan harekete geçerek bütün okurların zihnini açacak bir “harekete geç” yazısı yazmak istedim. Harekete geçmemizi engelleyen zihin kodlamalarımız, bunun neden ve nasıl oluştuğu, nasıl kırmak gerektiği ile birlikte, gelin hayatın bakılması gereken penceresinden bakalım ve oraya sardunyalar koymayı başaralım.
En başta harekete geçmenin iki etkeni olduğunu belirlemekte fayda var: 1- İç etkenler 2- Dış etkenler. Tuhaftır ki iki etkenin de kök negatif kodu aynıdır. İç etkenlerde kişinin harekete geçmek istediği konu hakkında kendinde yarattığı negatif durumlar, örneğin kaygı, korku, stres veya hedefleyememe durumu ile dış etkenlerdeki negatif durumlar örneğin karşımızdaki kişinin yerine düşünmek, toplumun yaklaşımı, yakın çevrenin düşünecekleri aynı sonucu verir: Harekete geçememek.
Birinden uzun zamandır hoşlanırız ama adım atamayız, biriyle flört ediyoruzdur ama hep adımı ondan bekliyoruzdur, işimizden memnun