Şu ara sürekli gözüme “Bayram tatilini İstanbul’da geçirecekler için” başlıkları ilişiyor. Sanırım onlardan biri olduğum için. Bunun hemen ardından teselli tınılı “Bayram İstanbul’un en güzel zamanı” cümlesi gelmez mi? Neden? Çünkü sokaklar sakindir, evet trafik azdır, evet yollar boştur. Ama yine de bütün arkadaşlarınız kavimler göçü şeklinde şehri terk eder ve bunda can sıkıcı bir yan da vardır.
O zaman ne yapalım, “Bayramda kapalıyız”ları görmezden gelelim, ‘sakin’ şehrimizde bayramda devam eden neler var, ne yapıp kendimizi eğlendirebiliriz, ona bakalım.
Adalar, diziler
Bence öncelikle Adalar’a gidebiliriz. Ben daha dokuz günlük tatil yüzünü gösterirken kendimi Burgazada’ya attım. Ne vapurda ne adanın kendisinde korkulan izdiham vardı. Makul, hoş bir insan kalabalığı, sokaklarda yürürken trafik tıkanmıyor, sahildeki lokantalar yarı yarıya dolu. Her taraf erguvan ve mor salkım, faytonsuz hava sahası mis gibi çiçek kokuyor, Kalpazankaya yolu hiç
"Bazı sorular hayalet gibidir, soran kişiler öldükten çok sonra bile hayattayken bulamadıkları cevaplarını ararlar.” Bunların en cevapsızları, savaşa dair olanlar. Zekâlarıyla, donanımlarıyla bir çağa yön verme yetisine sahip bilim insanlarının dümeni nasıl – neden bir felakete doğru kırdığını izah edecek bir teori mesela, icat edilmedi. Edebiyat, sinema, sanat buna bir anlam verme çabasını sürdürüyor.
Yıl 1941, Kopenhag. Niels Bohr ve Werner Heisenberg, yüzyılın en büyük iki atom fizikçisi. İki eski dost, öğretmen – öğrenci, baba – oğul. Artık İkinci Dünya Savaşı’nın iki düşman kutbunda durmaktalar. Hakkında Hitler için atom bombası yaptığı iddiaları dolaşan Heisenberg, yarı Yahudi hocası Bohr’u Nazi işgali altındaki ülkesi Danimarka’da ziyaret eder. O gün Kopenhag’a ne konuşmaya gittiği hep karanlıkta kalır. Onu Almanya’nın nükleer programı hakkında uyarmaya mı gelmiştir? Yoksa ondan Amerikalıların bir atom bombası üzerine çalışıp çalışmadığını öğrenmeye mi? Ve tabii bu
Emile Zola “Gerçek yürüyor, onu kimse durduramaz” demiş zamanında, toprağın altına gömmeye kalkışılan gerçeklerin orada büyüyüp daha büyük bir patlama gücüne erişeceğini söylemiş. Biz “Gerçeklerin er geç ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır” diyoruz. Hatta kimileri ‘kötü’ ekliyor ‘huy’un başına. Gerçekle ilişkimiz böyle biraz.
Ama şurası kesin, kullanmayı çok sevdiğimiz bir cümle bu. En son bu hafta “Taş Kâğıt Makas” (Kanal D) dizisinin fragmanında gördüm, haksız yere cinayetle suçlanıp müebbet hapse çarptırılan babasını intikamını almak için okuyup avukat olan Umut (Ekin Koç)’un ağzından: “Gerçeklerin bir huyu vardır ya, meşhur” diyordu… Gerçek hayattaki karşılığından emin olamasam da insana huzur veren bir tarafı yok değil bu iddianın. Ya da belki ‘er ya da geç’ epeyce geç demektir, ömür vefa etmiyordur bazı durumlarda.
Uğraş Güneş’in yazıp Yusuf Pirhasan’ın
Pencereden İstanbul manzarasına bakan genç kız telefonda “Anneanne, bak ne buldum” diyor; “Beni ilk götürdüğün filmin biletini”. Saklamış özenle, balonlu naylonun içinde. Şimdi gene filme gidecekler. Anneanne, aynada özenle hazırlanmakta. Şık gidilir çünkü festivale. Üstelik zamanında bilet kuyruğunda beklerken rahmetli kocasıyla tanışmış bir anneanne bu. Çerçeveden bir fotoğraf bakıyor, balonlu naylon içinden. Sonraki yıllarda torunu almış dedesinin yerini. Ailede kuşaktan kuşağa aktarılan bir gelenek olmuş; İstanbul Film Festivali’ne gitmek. Artık bilet kuyrukları yok ama festival 43 yaşında.
Annemin evindeki odamda çekmeceleri karıştırırken bir cüzdan buldum, pembe, tam genç kız işi. İç yüzeyine Madonna, AHA, Duran Duran çıkartmaları yapıştırılmış, Bravo dergisinden çıkma. İçi de tıka basa bilet dolu. Emek Sineması, Sinepop Sineması, Kent Sineması, Dünya Sineması… Tarih atmışım arkalarına, hangi film olduğunu yazmışım, kimle gittiğimi.
Bizim ailede de kuşaktan kuşağa aktarılan bir adetti, İKSV İstanbul
Yıl 2017 imiş, “Efes’te yemek yemek şart mı?” başlıklı bir yazı yazmışım. “Roma döneminden beri ayakta kalan muhteşem Celsus Kütüphanesi’nin merdivenlerine yuvarlak masalar ve beyaz kılıflar giydirilmiş sandalyeler koymazsak içimiz rahat etmiyor mu?” diye sormuşum. “Gereken özen gösteriliyor” denmiş o sıralar. Ama yani gene de şart mı?
Geçen haftaki Selçuk seyahatimin son gününü Efes Antik Kent’e ayırdım. Bir kez daha mirası üzerinde yaşadığımız tarihe hayran kaldım. Üstelik inanılmaz bir rehberimiz vardı, antik kentin her taşına hâkim. Öylesine tutkuyla anlatıyor, öyle güzel detaylar veriyor ki âdeta gözünüzde canlanıyor Domitian Meydanı’nın, Kuretler Caddesi’nin, Agora’nın cıvıl cıvıl olduğu dönemler. “Hayal edin” diyor zaten rehberimiz Ömer Bey, “Burası kalabalık, İstiklal Caddesi gibi bir cadde”. Şurada yan yana oturulan umumi tuvaletler (Zenginler kış aylarında önce kölelerini yollarlarmış oturacakları tuvaleti ısıtmaları için), burada
Ülkemizde bir havaalanının civar köylere, beldelere bu kadar kolay ve ucuz şekilde bağlanmasını daha önce deneyimlememiş olmak benim ayıbım diyeceğim ama kime “Çamlık’a gideceğim İzmir’den trenle” desem “Oraya havaalanından tren mi varmış?” diye sorduğuna göre tek değilim. Halbuki günaydın, Anadolu’nun en eski demiryolu hattı bu, Osmanlı Hükümeti’nin verdiği imtiyazla Ottoman Railway Company adlı İngiliz şirketi tarafından inşa edilip 1866’da hizmete girmiş, 1935’te de TCDD’ye geçmiş. Çamlık da her yanı tarih kokan, nefis bir doğası olan, gerçekten çamlar içinde bir köy. Eski adının Aziziye olduğu, Çamlık ismini 1937 yılında Ege Manevralarını izlemek üzere buraya gelen Atatürk’ün koyduğu söyleniyor.
Atatürk’ün Çamlık’taki izleri bundan ibaret değil. Selçuk’a yedi kilometre mesafedeki köyün ilk tren istasyonu şu an bir açıkhava buharlı lokomotif müzesine dönüştürülmüş durumda. Atatürk’ün meşhur
Sessiz biri Salim. “Sesinin söz olması engellenmiş” biri. Gerçekler sözlerinde saklı ama çıkmamış ki dışarı o güne kadar. Babasına “Ne işim var İstanbul’da, gitmeyeyim” diyememiş örneğin, “Sen bile anlamazsın kebaptan, ben ne anlayayım?” diyememiş, “Korkuyorum” bile diyememiş. “Tamam baba nasıl istersen” deyip binmiş Adana’dan otobüse. “İçten pazarlıklı bir veda” ile ayrılmış çocukluğundan. Babasının günahı kadar sevmediği amcasının kebapçı dükkânında çalışmaya. İstanbul’a.
Emniyet’in duvarına bitişik, Hasoğlu Kebap’ın duvarı. Şaşlık meraklısı komiser baş müdavimi. Tek isteği sevilmek olan Salim’in bu şehrin sokaklarında, meydanlarında, bodrum katlarında şahit olacakları boyunu aşacak, kaderini değiştirecek. “Keşke mi daha zor kader mi hâkim bey?” diye soracak – sorduracak sonunda.
Duyarken de okurken de (başlıktaki dahil) kâğıdı kalemi çıkarıp not almak istediğim cümleler Berkay Ateş’e ait. Oyunculuğu ile yazarlığı birlikte ilerleyen, her
"Doğa sevgisi" diye bir şeyle ne zaman tanışıyoruz? Okulda kompozisyonlar yazıyoruz, doğa sevgisini anlatan. Ne var doğada? Hayvanlar, bitkiler, hava, su… İnsan değil. TDK’ya göre “Kendi kuralları çerçevesinde sürekli gelişen, değişen canlı ve cansız varlıkların hepsi” doğa; “İnsan eliyle büyük değişikliğe uğramamış, doğal yapısını koruyan çevre”. Yani bir doğa var, bir biz varız. Bir doğanın kuralları var, bir bizim. Reha Erdem’in son filmi “Neandria”nın gösteriminden sonra Kadıköy Sineması’ndaki söyleşide dediği gibi bugün yaşadığımız felaketlerin temelinde tam da bu ayrım yatmıyor mu?
“Neandria”, antik bir kentin yakınındaki yoksul bir köyde ‘sıkışan’ gençlerin hayatlarına odaklanıyor. 15 yaşındaki Suna, annesinin hırsıyla yarışlara hazırlanmakta olan bir atlet. Aslında o sadece koşmak istiyor, yarışmak değil. Kardeşi Filiz, ‘kanalıma hoş geldiniz’ kuşağının bir mensubu, fakat “o köyde bir şey olmuyor ki”, ne çeksin de anlatsın? Mako ise içinde kopan fırtınaları şarkı