Bir 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü daha katledilen kadınların isimlerinin, yüzlerinin, anılarının ağırlığı altında geride bıraktık. Kadınlara ve çocuklara erkekler tarafından uygulanan şiddet, istismar ve cinayet haberlerini - medyaya yansıdığı kadarıyla – derleyen Bianet’in ay sonu raporuna göre sadece şubat ayında 37 kadın öldürüldü. Her 8 Mart’ta olduğu gibi gene Sıraselviler’de toplanan kadınların pankartlarında en çok erkek şiddeti vardı, “Kalanların gidenlere borcuydu, mücadele”, birinde yazdığı gibi.
Ama sanırım gördüğüm en tüyler ürperten protesto eylemi, Mersin’dendi. Kızı Merve’yi birkaç gün önce boşanmayı sindiremeyen polis memuru eski kocasının kurşunuyla kaybeden Hatice Kurt, akşam vakti bir ateş yakmış, eline kızının gelinliğini almış, “Her şey bununla başladı, bununla bitecek” diyor. Kızına verdiği sözmüş bu. Bir zamanlar hayallerinin sembolü, günün birinde de kefeni olan gelinliği meydanda yakmak. Belli ki Merve de pek çok öldürülen kadın gibi
Bir oyun için “Arzu Tramvayı uyarlaması” dendiğinde aklınıza nasıl bir şey gelir bilmiyorum ama o her ne ise bir kenara bırakın öncelikle. Zira sözünü edeceğim oyun, Tennessee Williams’ın 1947 tarihli başyapıtından esinlenerek parlak bir fikrin izinden gidiyor ve yepyeni bir eser koyuyor ortaya. Tiyatromuzun yaratıcı yönetmeni ve oyuncusu Engin Alkan, yazıp yönettiği “Ölümün Tersi Arzudur”da, “Arzu Tramvayı”nın temel dinamiklerini; insanın zalimliğini, merhametsizliğini, ikiyüzlülüğünü alıyor, günümüz Berlin’inde bir göçmen evine taşıyor.
İstanbul’dan Berlin’e tiyatro okumaya gelmiş Oya, Süryani kocası Gabriyel ve Almancı arkadaşları Ali, hem bu aslında hiçbirine bayılmayan şehirde tutunmaya hem de olanaksızlıklar içinde tiyatro yapmaya çalışıyorlar. “İktidar ve otorite” ile dertlerini dile getirmek üzere üç kişilik ‘alternatif’ bir “Macbeth” sahnelemekteler. Prova mekânları ise aynı zamanda Oya ile Gabriyel’in
Bir süredir elimden geldiği kadar beni güldürecek şeyler izlemeye çalışıyorum. Ülke ve dünya gündemi sıkıştırdıkça mizaha sığınmak iyi - hatta tek - yol gibi geliyor. Bu vesileyle stand-up dünyasında el yordamıyla çıktığım keşif yolculuğundan son derece memnunum. Hâlâ gülebiliyormuşum, onu gördüm. Hatta yolda yürürken kendi kendime güldüğümü görürseniz delirdiğimi düşünmeyin, muhtemelen Çağla Alkan ve Caner Dağlı’nın “Fazla Merak” podcast’ini dinliyorumdur. Aralara da son dönemin yıldızı olduğunu geç de olsa öğrendiğim, gösterilerine biletler çıkar çıkmaz tükenen Deniz Göktaş’ın ta pandemi zamanı yaptığı “Deniz Göktaş’a Ayıracak Vaktim Yok” podcast’inden bölümler alıyorum. Ne mutlu ki böyle bir vaktim var. Göktaş’ın ilk gösterisi “Selam Selam” da YouTube’a yüklenmiş durumda, izlememiş olanlara, dönüp dönüp gülmek isteyenlere duyurulur.
Bu yolculuğun bir de
Ne zaman bir kadın çıkıp kendisine bir erkek tarafından uygulanmış psikolojik / fiziksel şiddeti açıklamaya karar verse, mutlaka birilerine göre onun zamanlaması doğru olmuyor. “Neden şimdi?”. Ya çok geç ya çok erken, asla tam zamanı değil. Bir kitle var, onlar biliyor bu işin doğru zamanını. Söz söylemeden önce onları bulup bir danışmak lazım. Aksi halde sosyal medyadan hesap soruyorlar, daha kıdemlileri magazin programlarında toplanıyorlar, konuyu masaya yatırıyorlar.
Şu anda da bu furya başladı, çünkü piyanist İklim Tamkan, “Eylül ayı sonunda beraberliğimi sonlandırdığım Fırat Tanış’ın ayrılık sonrasında beni, ailemi ve yakınlarımı içine çektiği ağır psikolojik şiddet, tehdit, ısrarlı takip sarmalına karşı uzaklaştırma kararı almış bulunuyorum” diye başlayan bir açıklama yayınladı. Serinkanlı, detaylara girmeyen, nazik ve etkili bir açıklama. Belli ki üzerine daha fazla konuşmak isteğinde değil.
Fakat tabii ki bu tür bir adım başka açıklamaları da tetikliyor. Gonca Vuslateri, “Defterin sayfalarını aralardım da... Gebelikte
Bir oyunun ismi hemen hemen bütün özelliklerinin önüne geçebilir ve onların hepsini tanımlayabilir mi? Şimdi bir solukta tekrar edeceğim ama sorulduğunda gene tane tane sözcükleri yan yana dizerek hatırlayacağım oyunun böyle bir adı var: “Annemden Kalan Gül Ağacı Masanın Üzerinde Çaydanlık Beyaz Bir İz Bıraktı”. Hani çağa ayak uydurmaya çalışıp baş harfleriyle kısaltmaya kalksak bile imkânsız: “AKGAMÜÇBBİB”. Ama zaten tam da çağa ayak uydurmamak üzere, bu niyetle görmeniz gereken bir oyun. Bir çırpıda açılmıyor, tempolu değil, değişen zaman üzerine, yıllar geçtikçe kaybettiklerimiz üzerine, hayatımıza yeni katılan gerçeklikler üzerine. Gül ağacı masanın üzerinde kalan leke üzerine işte, adı üstünde.
Önce mekândan söz etmek istiyorum, çünkü her şey onunla başlıyor. Burası Metrohan. Söyleyince hâlâ çoğu kimse “Orası neresi?” diyor ve eli telefonunun navigasyonuna gidiyor. Bırakın o telefonu bir kenara,
Sezon başladığından beri epeyce fazla sayıda oyun izliyorum, haftada en az iki-üç akşam. Hepsinden farklı duygularla ayrıldım; “Bu kadar paraya-emeğe yazık değil mi?” ile “Oh be, ne kadar yetkin bir iş izledik” arasındaki yelpazede gidip gelen. Ama şimdi bahsedeceğim farklı, içimi umutla dolduran bir oyun. Bir gelecek umuduyla.
Büyük olanakları olan bir sahne değil, devasa bir prodüksiyon hiç değil, tiyatroda görünmesi merak yaratacak ünlüler yok. Aslında hiç ünlü yok, “henüz”. Ama çok uzak olmayan bir gelecekte adlarını çok duyacağımıza şüphe olmayan şahane bir genç ekip var. Çoğunun ilk profesyonel oyunu ve onların birlikte yarattığı, seyirciyi de kucaklayan enerjinin, bulaşıcı neşenin bedeli yok. Tabii iyi metnin ve iyi rejinin hakkı saklı kalmak kaydıyla.
Olay Boa Sahne’de (ki o gün beşinci yaşını da kutlamaktaydı, iyi ki doğmuş, seyircisiyle dopdolu nice yılları olsun) gerçekleşmekte. Bu genç ekibi ustalarla buluşturmak gibi de bir özelliği – güzelliği var. Kaynak, Ülkü
Elere kapanıp yalnızlaştığımız pandemi döneminden bize bir ‘çevrimiçi buluşma’ kültürü kaldı. Madem bir araya gelemiyoruz, bari birbirimizin yüzünü ekrandan da olsa görelim diye yola çıktık, giderek yiyeceğimizi içeceğimiz hazırlayıp bilgisayar başına geçtiğimiz sofralar kurar olduk.
Yüz yüze buluşmanın yerini tutmasa da faydalı bir alışkanlık. Hele dışarıda yeme içmenin bütçeyi bu kadar sarstığı bir dönemde. Pandemi bitti ama o gün bugündür yeni mecralarla zenginleşmeye devam ediyor bu çevrimiçi sofra kurma, misafir ağırlama kültürü. Uzakları yakın eden, mesafeleri aradan kaldıran bir formül olarak tıkır tıkır işliyor. Nihayet bir de online yemek festivalimiz oldu; “Bol Kepçe Mahallesi”. Dünyanın dört bir yanından aynı ilgi alanına sahip kişileri dijital ortamda bir araya getiren sosyal video platformu gather-in’de bugün başlıyor festival, 25 Şubat’a kadar devam ediyor.
Nasıl oluyor online yemek festivali? Ağırlıklı olarak gastronomi dünyasından isimler (ama
Şehir hayatı böyle bir şey artık. Hiçbir yerde kendimizi tam olarak güvende hissedemiyoruz. Evimizden, ‘kozamızdan’ (hatta orada bile değil, gel de Adalet Ağaoğlu’nun “Kozalar”ını hatırlama) dışarı çıktığımız anda tek başımızayız, küçücüğüz ve herkes üzerimize geliyor. Biri omuz mu atacak, biri telefonumuzu mu kapıp kaçacak, biri ters bir laf mı edecek, ne olacak da kendimizi berbat hissedeceğiz, bilemiyoruz. Endişeliyiz, korkuluyuz. “Geçen Gün” Beykoz Kundura’da izlediğimiz iki kişi gibi.
Etkileyici bir atmosfere sahip Kundura Sahne’nin yeni sezon yapımı “Geçen Gün”, 1991’den itibaren sıra dışı işleriyle kendi seyircilerini yaratan Kumpanya’nın kurucuları Naz Erayda ve Kerem Kurdoğlu’nın imzasını taşıyor. Metni Kerem Kurdoğlu yazmış, Naz Erayda ile birlikte yönetmenliğini üstlenmiş. Sahnede iki kişi; bir kadın bir erkek, birbirilerinin cümlelerinin tamamlayarak, bazen tekrarlayarak şehir hikâyeleri anlatıyorlar bize. Herhangi birimizin “Geçen Gün” yaşayabileceği