"Bu dünyanın çivisi çıkmış". Sanırım hepimiz hemfikiriz bu konuda. Başka bir dünya yok ama, bunda da. Ne yaşayacaksak bu yerküre üzerinde. İyi kötü bir hayatımız var, bağlarımız, ilişkilerimiz, yatırımlarımız. Belli kurallar çerçevesinde sürdürüyoruz, belki isteyerek, belki de başka seçenek olmadığını düşündüğümüzden.
Şöyle olsaydı, bir gece burada uyuyup ertesi sabah ‘yan dünya’da uyanacak olsaydık, bu dünyadaki hayatımız bu noktada sona erip orada yeniden başlayacak olsaydı, ne olurdu? Kimlerle beraber devam etmek isterdik yola, kimler bu dünyada kalsın, aman sakın yan tarafa gelmesin isterdik? Hayal bu ya, bir bedeli yok yaptıklarımızın. Neler olurdu o son gecede?
Kumbaracı 50’nin yeni oyunu “Yan Dünya” böyle bir gecede geçiyor. Bir akşam haberlerinde yaşadığımız hayatın kapanacağı, pazar gecesi burada uyuyup yan taraftaki dünyada uyanacağımız bilgisi geçiliyor. Gerisi tam bir belirsizlik. Yan dünya nasıl bir yer, kim gelecek, kim kalacak, kim yaşayacak, kim ölecek, bilen yok. Ortaya bir
Sinemada, tiyatroda, bütün ödül verilen alanlarda bitmeyen tartışmadır… Kimlerden oluşmalı bu jüri denen belalı ‘makam’? Alanın profesyonellerinden; yazar, yönetmen, yapımcı, oyuncu, akademisyen, eleştirmen… Böyle sayınca iş kolaymış gibi görünüyor ama o kişinin o yıl ödüle aday bir işte yer almaması, hatta herhangi bir işle uzak – yakın bağının olmaması gibi kriterler koyunca, ortaya meslekten emekli olmuş, ununu elemiş, eleğini asmış birilerinden oluşmalı gibi bir sonuç çıkıyor.
Gerçi bu kriterleri karşılayan beş ila yedi insanı bir araya getirmeyi başarsan da birileri mutlaka mutsuz olacak. Afife Tiyatro Ödülleri Jürisi mesela 33 kişiden oluşuyor, kimse memnun değil. Zamanının tamamını oyun izleyerek geçirmeyi göze alman yetmiyor, bir de kimseyi küstürmekten çekinmeyeceksin.
Sinemada en azından ön jüriden geçmiş 10-12 tane film getiriliyor önünüze, izleme alanınız sınırlı. Gelgelelim orada da ‘conflict of interest’ (çıkar çatışması) meselesi neredeyse
Bundan 47 yıl önce, 1977 yılının mayıs ayında, sinemalara bir bilim kurgu film gelir. Yönetmeni George Lucas, o sıralar 33 yaşında genç bir sinemacı, öncesinde birtakım kısa filmleri var. Bu filmi yapabilmek için epey uğraştığı, senaryosunu kapı kapı dolaştırdığı biliniyor.
Kadrosunda pek de yıldız isim olmayan (Sir Alec Guiness hariç. Daha Harrison Ford bile Harrison Ford değil.) “Star Wars: A New Hope” (Yıldız Savaşlar: Yeni Bir Umut) ilk olarak sadece 32 sinemada gösterime girmiş. Tabii Amerika’da, filmin Türkiye’de sinemalara gelişi 1980’i bulacak. O zamana kadar da “Star Wars” fırtınası çoktan dünyayı sarmış olacak. Üç yılda bir serinin yeni filmi gelecek, “Star Wars” sayısız filme – diziye esin kaynağı olacak, çizgi romanlar, video oyunları, oyuncaklar, figürler, logolu ürünlerle uçsuz bucaksız bir evren büyüdükçe büyüyecek. Efsanenin doğuşuna, “May the Force be with you” (Güç seninle olsun) cümlesinin kıyametler koparmaya başlamasına dair pek çok
Türkçe rock müzik yapılabilir mi? Şu an kulağa inanılmaz saçma geldiğinin farkındayım ama ‘90’larda böyle bir tartışma vardı. Dilimiz rock müziğe uygun muydu? Değildir diyenler az değildi. Öte yandan mesele tam ‘uygunluk’ meselesi değildi belki ama kendine has melodisi olan bir dil olarak Türkçe’nin rock müzikle kan uyumu yakalamak için farklı bir yaratıcılığa ihtiyaç duyduğu açıktı.
Bundan kısa süre sonra bu tartışmayı sonsuza dek ortadan kaldıracak müzisyenler, gruplar birer birer hayatımıza girecek ve biz 2005 yılında Kilyos’ta düzenlenen dört günlük Rockİstanbul festivalinin açılış gününde Duman’ı, kapanışında da mor ve ötesi’nin ana grup olarak izleyecektik. Türk rock gruplarının kaderi yurt dışından gelen kıymetli müzisyenlerin ön grubu olmak değildi artık.
Çığır açan albüm
mor ve ötesi’nin pek çok açıdan Türk rock müziğinin akışını değiştiren albümlerinden “Dünya Yalan Söylüyor”, 20 yaşına basmış
“Fazla yaklaşanı içine çeker sinema. Bir daha da kurtulamazsın”. Yıllarca yazılarıyla Milliyet Sanat dergisine de zenginlik katan sinema tarihçisi Agâh Özgüç’ün, “genç ve idealist bir senaryocunun gözüyle geleneksel Yeşilçam sinemasını sorgulayan,” “sinemanın sinemaya baktığı” bir film olarak tanımladığı “Hayallerim Aşkım ve Sen”, en baştan bu cümleyle söyler söyleyeceğini. Görmüş geçirmiş makinistten yetimhanedeki küçük Coşkun’a bir nasihattir bu. Ancak iş işten geçmiştir bile. Coşkun büyüyüp senarist olacak, çocukluktan beri âşık olduğu Yeşilçam yıldızı Derya Altınay’ı hayalinde canlandırarak bir aşk hikâyesi yazacak ve sonunda senaryosunu perdede görecektir. Ama parlaklığını yitirmeye başlayan Yeşilçam sisteminde, yapımcıların talepleri doğrultusunda gerçekleşen onun hayali midir sahiden?
Senaryosu Ümit Ünal’a ait 1987 tarihli “Hayallerim, Aşkım ve Sen”, yalnızca usta yönetmen Atıf
Görülmemiş şey değildir. Hayatınızın en mutlu olmasını beklediğiniz günlerinden biri bir anda kâbusa dönebilir. Ömür boyu saadet hayalleriyle oturduğunuz nikâh masasından hayal kırıklığıyla kalkabilirsiniz mesela. Siz buraya şu veya bu sebeple başınıza gelen bir aşk acısını, terk edilişi, yarı yolda bırakılışı koyun. Dünya başınıza yıkılmıştır hani ama onu yeniden ayağa kaldırmanın bir yolu vardır: Dostlarınıza sığınmak.
Filmde üzerinde gelinliğiyle İstanbul’un en güzel sokaklarından rüzgâr gibi geçen bir gelin var. Koşar adım dostlarıyla, sevdiği kadınlarla sarılıp sarmalanacağı eve yürüyor. Birazdan gözyaşlarının yerini kahkahalar, muska börekleri, sarmalar alacak. Kutlanacak bir güne dönüşecek o hayal kırıklığı. Bir de “Aldırma deli gönlüm / Giden gitsin sen şarkılar söyle içinden, boşver” patlatılacak hep bir ağızdan.
Anlatırken bile bir Ferzan Özpetek filmine giriş yapmakta olduğumuz seziliyor değil mi? Dostlarla katlanılır hatta kutlanır hale gelen hayat, neşeye dönüşen hüzünler ve ille de kalabalık
Birisi size “Adana’ya gidiyorum” dese ilk ne dersiniz? “Şuranın ciğeri şahane, buranın kebabını atlama”. Biz de öyle yaptık. Bayramda bu sene Kültür Yolu Festivali’nin rotasına dahil olarak 12. kez düzenlenen Portakal Çiçeği Karnavalı’nın açılışı için Adana’nın yolunu tuttuk ve karnavalın lezzet duraklarından Onur Kebap, şahane manzaralı Onbaşılar, “Adana’ya gel, ciğerimi ye” sloganlı Memet Usta ve yolcu ederken müşterilerine nazar boncuğu hediye eden nazik mekân Baba Kebap’ta demir attık. Baba Kebap’ta her şey çok lezzetli, kendi yaptıkları zerdeçallı ekmek içindeki hamburgerleri şahane. 200 kişinin sırada beklediği Kazım Büfe bize kısmet olmadı, insanlar bu büfede ballı muzlu süt içmek için saatlerce bekliyor, bunu da şaşırarak belirtmek isterim.
Yıllar önce bütün sokağı tutan portakal çiçeği kokusunu duymuş biri olarak hüsrana uğradım; ağaçta çiçek görmedim. Bir duyuma göre kuvvetli yağışlardan dökülmüş. Sokaklar
Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından dördüncü kez düzenlenen ve bu yıl 16 şehre yayılarak sekiz ay sürecek Türkiye Kültür Yolu Festivali, ilk durağı Adana’da Portakal Çiçeği Festivali ile birlikte başladı.
Bir şehrin iklimiyle, doğasıyla, tarımıyla, toprağında yetişen ürünleriyle bu derece bütünleşmesi nadir rastlanan bir durum. Adana böyle bir şehir. Yakıcı güneşiyle bile barışık, narenciyesiyle, pamuğuyla gurur duymasın mı? Pamuğun adı Altın Koza’da yaşıyor, narenciyeninki Portakal Çiçeği Karnavalı’yla. Bu sene T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın düzenlediği Türkiye Kültür Yolu Festivali’nin ilk durağı hâline gelen karnavalla.
Hem karnaval hem de sekiz ay sürecek festival maratonu 13 Nisan Cumartesi günü Adana Müze Kompleksi’nde düzenlenen, Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy’un katıldığı toplantıyla başladı. Kültür Yolu Festivali, bir kenti diğerlerinden ayrıştıran özelliklerinin kültür ve sanat mirasında yattığı inancıyla yola