Bir yazı daha kendi Ege sahillerimizde otururken Yunan adalarından birinde olsak çok daha az para harcayacağımızı konuşarak karşılamış bulunuyoruz. Dokuz günlük bayram tatilinde deniz kenarına gidebilen şanslılar için konuşuyorum elbette. Sadece perşembe günü Bodrum’a 20 bin aracın giriş yaptığı haberleriyle karşılaştığımıza göre çok da az olmayan bir kitleden. Gözümüzle de görebiliyoruz zaten. Muhtemelen bir-iki güne de akmayan sulardan kesin olarak anlayacağız.
İlk cümleme dönersek, maalesef o da tam olarak gerçeği yansıtıyor. Evet, euro ne kadar yükselirse yükselsin bizim işletmeler bir Avrupa tatilinden daha yüksek bir maliyet çıkarmayı başarıyor müşterinin karşısına. Herhalde diyorum amaçları Yunan turizmini desteklemek. Başka açıklaması olamaz bu vasat kalite – yüksek fiyat politikasının. Üstüne de gürültü patırtı, kalabalık. Eğlenceden anladığımız şey her taraftan yükselen, birbirine karışan bol cıstaklı müzik. Bir deniz sesi, bir kuş sesi değil… İnsanın sözde denizle, doğayla baş başa
Bilmiyorum, belki de böyle böyle geçiliyor ‘dinozor’ saflarına. Teknolojik gelişmeler karşısında dehşete düşmeye, “yok artık” demeye, eski günleri özlemle anmaya başlayarak. İnsanların aralarına ekran engeli koymadan konuşabildiği, her masaya dört cep telefonu düşmeyen, kafaların öne değil birbirine dönük durduğu günler o kadar da eski değil üstelik. Üzgünüm, daha güzeldi. Konuşuyorduk, dinliyorduk, hatta neredeyse birbirimizi anlıyorduk. Belki de şaşırmak lazım olanlara. Tuhaf çünkü.
Ne bileyim, kısa süre öncesine kadar bir masada otururken konuştuğumuz her şeyin beş dakika içinde sosyal medya hesaplarımızdan birinde karşımıza reklam olarak çıkmasından ‘şüpheleniyorduk’. Dinliyor muydu bizi cep telefonumuz acaba? Şimdi eminiz, şaşırtmaz oldu bizi 7-24 takip edilmek. Hayatımız Siri’nin ellerinde, bir Apple kullanıcısı isek ve biz bunu kabullendik. Diğer cihazların da kendi Siri’leri var tabii.
Bir süredir artık Yapay Zekâ’nın bilinmez sularına geçmiş durumdayız ve her an her şey
Bu yazıyı kendisi yazıyor olsa muhakkak “Falanca da işi iyice abarttı” derdi ama ben bir öğrencisi olarak kendisinin iyi gazeteci olduğu kadar sahneyle de arasının iyi olduğunu biliyor ve hiç şaşırmadan söylüyorum: Gazeteci Tuğrul Eryılmaz tek kişilik gösterisi “Gonzo Tuğrul” ile sahnelere döndü. Evet, ‘döndü’, çünkü bu işi Bilsak Beşinci Kat’ta ilk denediğinde sene 1998-99 gibiydi, biz beraber Radikal İki’yi yapıyorduk, gerçekten unutulmaz bir geceydi. Kendisi ise yıllarca “Beni zorla çıkardılar” demişti, bu kez de Sahne Joker tarafından ‘zorlanmış’ durumda.
Sahne Joker, İstiklal Caddesi’nde, Halep Pasajı’nın içinde, bir zamanlar Maya Cüneyt Türel Sahnesi olan salon. 12 yıldır hanın altıncı katında bulunan Joker Yapım tarafından ele alınıp çok amaçlı bir salon haline getirilmiş, açılışını da biletleri anında tükenen “Gonzo Tuğrul” gösterisiyle yaptı. (Bu arada ‘gonzo’ sıfatını Hunter S. Thompson’dan ödünç alarak, gazetecilikte
Artık bu “Yargı”ya dair yazacağım son şey olacak, çünkü diziyi izleyen - izlemeyen herkes ekibin Lütfi Kırdar’da seyircisiyle beraber bir şölene çevirdiği (ve geliri Türk Eğitim Vakfı’na bırakılan, iyilik dolu) ‘veda’dan haberdar. Finali seven var, sevmeyen çok, bana sorarsanız hiçbir final bizi mutlu etmeyecekti, ben gecenin geride bıraktığı bir şeyden söz etmek istiyorum. Bir duygudan.
Dönüp “Yargı-Veda” ile ilgili paylaşımlara baktığınız zaman en çok söz edilenin Kaan Urgancıoğlu’nun üç yıllık partneri – yol arkadaşı Pınar Deniz’i anons ederken söylediği cümleler olduğunu görüyorsunuz. Öncelikle sahnede konuşma yapma konusunda aralarındaki farktan söz etti, kendisi düşünür, Pınar Deniz doğaçlama yaparmış. “Ben de Pınar gibi yapayım dedim, en kötü batırırım, pası Pınar’a atarım, üç yol boyunca genelde öyle yaptım” dedi. Ve pası atarken de bir dizi özellik saydı: “Güzel, yaratıcı, merhametli, hayvan dostu
Kuracağım cümlede hiç abartı yok; Nilüfer Kent Tiyatrosu, her gittiğimde içimi umutla dolduran, oyun izlerken coşkuya kapıldığım bir tiyatro. Çok genç, çok yetenekli ve çok heyecanlı bir ekibi olan, gerçekten yaşayan bir kurum, derdi memuriyet değil tiyatro olan insanlar var orada.
Üç sene önce çok isabetli bir seçimle Genel Sanat Yönetmeni olarak Murat Daltaban’ın gelmesi de kurumun başına konmuş talih kuşu oldu. Genel Yapım Yönetmeni olarak da Özlem Daltaban işin başındaydı. Hem birbirinden nitelikli oyunlar sahnelemeye başladılar hem yeni projeler geliştirmeye. İkilinin akla hayale gelmedik yerleri tiyatroya çevirme özelliğini DOT’tan biliyoruz zaten, bir baktık Balat Atatürk Ormanı’ndaki ‘Ormandaki Kulübe’ NKT’nin yeni oyun alanı olmuş, bütün yaz oyunlar devam ediyor. Oyun Yazma Programı ile iki yıl içinde tiyatroya sekiz yeni oyun kazandırılmış, ilki sahnelenmiş bile. Gençlik tiyatrosu biriminin tohumları atılmış, 60 yeni genç katılmış ekibe. Klasik tiyatro eserleri çocuk oyunu
‘Kentsel dönüşüm’ beraberinde neler düşündürüyor? Yıkılan binalar, yerine dikilen daha büyük binalar, bütün şehrin dönüştüğü dev bir şantiye, toz duman, molozlar, gürültü... Bu ‘dönüşüm’ün ruhlarda yarattığı tahribat bütün bu hengâmede pek hesaba katılmıyor. Özellikle belli bir yaşın üzerinde olup ömrünün neredeyse tamamını bir evde geçirmiş bir insanın oradan çıkarıldığında başka bir yerde kök salmasının nasıl zor, hatta imkânsız olduğu bu rant kapısının belirleyicilerinden biri asla değil. Halbuki hepimizin vardır, evinden edildiği için hayata küsen yaşlı akrabaları, tanıdıkları.
Aslı Özge’nin dünya prömiyerini 74. Berlin Film Festivali’nde yapan son filmi “Faruk” böyle bir hikâyeye odaklanıyor. 90 yaşındaki Faruk, İstanbul’un kaosunda kendince bir düzen içinde yaşayıp giderken, oturduğu apartmanın kentsel dönüşüm kapsamında yıkılacak olmasıyla hayatı sarsıntıya uğruyor. Faruk yıkımı
Böyle fazlasıyla tadında, tamamlanarak, sünmeden finale giden çok az dizi var bizim televizyon tarihimizde. Bir tanesi “Ezel”di mesela, hâlâ da hatırlanır. Ama böyle örnekleri saymazsak dijital platformlarda nefese nefese izlediğimiz yabancı dizilerde finale doğru heyecan tırmanırken bizim payımıza çoğunlukla bir noktadan sonra final yapıp yapmadığıyla bile ilgilenmediğimiz diziler düşüyor. Çok yakında bir örneğiyle karşılaştık gene, şaşaayla başlamıştı, bittiğini bilen yok.
Dört-beş bölümde kalkanları saymıyorum bile, bir iki sezon devam ettikten sonra elden ayaktan düşerek veda eden dizilerin acıklı sonu, sözünü ettiğim. Sebebi de, 26 Mayıs akşamı Lütfi Kırdar Kongre Merkezi’nde geliri Türk Eğitim Vakfı’na bağışlanacak 95. bölümüyle ekran macerasını noktalayacak olan “Yargı”. Kaç haftadır her bölümü biraz daha yüreğimiz ağzımızda izliyoruz biz “Yargı”cılar. Üstelik kitlendiğimiz tek soru “Ilgaz ölecek mi?” değil, yazar Sema Ergenekon hep yaptığı gibi
“Zayıflığınızı 0’dan 10’a kadar bir ölçekte nerede değerlendirirsiniz?” Bilmiyorum sizin için öyle mi ama beni bu 0’dan 10’a kadar bir sayıyla cevap isteyen sorular hep çaresiz bırakmıştır. Herhangi bir hizmetten memnuniyeti derecelendirmek hadi neyse de, doktorun sorduğu gibi “ağrının şiddetini” bir cetvelle belirlemek pek mümkün gelmez, ne söylesem yanlış bir bilgi verdim de doktoru yanılttım mı acaba diye endişelenirim.
Bu ‘endişelenirim’ biraz anahtar kelime, çünkü kendimi nasıl bir insan olarak tanımlarım, sanırım ‘endişeli’. Çağımızın aksine pek imkân vermediği tesellisine sığınıyorum, bence çoğumuzun derdi bu, 0 ile 10 arasında bir yerde. Hatta bir sergi adı olarak da çok çekici değil mi? “Endişeli Kalbim”.
Balca Ergener’in “Endişeli Kalbim” sergisi, Tophane’deki Depo’da bu ay açıldı. Yazının girişinde sözünü ettiğim cümle, girince karşı duvarda çıktı karşıma. Pandeminin ilk aylarında, insanın bir bilinmez karşısında kendisini en zayıf