Bundan 30 sene kadar önceydi; (Radikal İki arşivimden tam tarihi buldum: 22 Aralık 1996 imiş) o sırada dört şehirde (İstanbul, Ankara, Diyarbakır, Adana) beş oyunu sahnelenen Işıl Kasapoğlu’nu yakalayıp bir röportaj yapmışım. ‘Yakalayıp’ çünkü bir şehirde bir günden fazla durmuyormuş. O gün yeni kurulmakta olan Kocaeli Şehir Tiyatrosu’nun danışmanlığı için İzmit’e, akşam Akademi İstanbul’a derse, dersten sonra Ankara’ya söyleşiye, aynı akşam Çehov provası için Adana’ya gidiyormuş.
Ayıp olmazsa o gün için gençlik enerjisi desek, şimdi ENKA Açık Hava Tiyatrosu’nda açıkladığı gibi 70’lerine geldi ve gene İstanbul’a o gün ayak basmıştı, ertesi gün yolcuydu, haftaya da dönüp provaya giriyordu. Belki de belgeselde söylediği gibi bir ‘ölümden kaçma’ biçimi bu da. Gerçi kendisi yaptığı işlerin bir yere kaydedilmesini, sabitlenip o haliyle ‘kalıcı’ olmasını istememesiyle ilgili söylüyordu bunu. Tiyatro o yüzden cazipti onun
Bundan üç sene önce, 2021’in Nisan ayında, Hatay Samandağ Kadın Kooperarifi’nin girişimiyle Vakıflı’da kurulacak gastronomi köyünün temellerinin atıldığını okumuştuk. Tarihte 13 medeniyete ev sahipliği yapmış bir şehir Hatay, aklınıza gelen bütün dilleri, dinleri ağırlamış, “medeniyetlerin buluşma noktası”, “kültür mozaiği” gibi kimi güzel tanımları ondan daha iyi karşılayan bir yer, daha gerçek bir ‘mozaik’ olamaz. Antakya Akademisi’nin kurucusu Libanius’un (M.S. IV YY) “Amacınız farklı kültürleri tanımaksa Antakya’yı ziyaret etmeniz yeterlidir” sözü haksız sayılmaz. Hele hele farklı kültürlerin mutfağını tanımaksa amacınız, kesinlikle doğru yerdesiniz.
Şehrin UNESCO tarafından birkaç yıl önce gastronomi alanında Yaratıcı Şehirler Ağı’na layık görülmüş olduğunu da hatırlatalım ve çoktan gastronomi turizminin beşiği olması gereken şehir için geç bile kalmış projeye dönelim. Ne yazık ki 2021’de atılan o temeller 6 Şubat 2023’te
Tek bir kare görmeden duyduğumuz sesle yolumuz belli oluyor: “Konfüçyus der ki yeni gittiğiniz bir yerdeki kültürü, derinlikleri, sığlıkları anlamak için o yerin müziğini dinleyin. Müziğini dinlediğinizde o yerle ilgili her şeyi anlayacaksınız”.
Sonra mavi sular düşüyor perdeye. Boğazdan vapurla geçerken gördüğünüz denizin köpükleri olduğunu anlıyorsunuz bir şekilde. Konfüçyus haklı, İstanbul size sırlarını açmaya başladı bile. 90’larda İstiklal Caddesi’nin, sokağın müziğinin simgelerinden olan Siya Siyabend’den Bizon Murat anlatmaya devam ederken Boğaz Köprüsü’nü görüyoruz: “İstanbul var ya, 72 milletin geçtiği bir köprü”. Biz de bu köprüden şarkılarla geçeceğiz şimdi.
“İstanbul Hatırası: Köprüyü Geçmek” (Crossing the Bridge: The Sound of Istanbul) “Duvara Karşı” ile kalbimize bir derin bir sızı bırakan hemen ondan sonra Fatih Akın’ın bu şehre, bu şehrin seslerine yazdığı bir aşk mektubu gibiydi.
İlişkilerde çiftler arasında kaç yaş fark olmalıdır, kaçtan sonrası “yok artık” dedirtir, kesin bir cevap yok elbette. İki taraf da yetişkinse zaten kimseyi ilgilendirmemeli. Sinir bozucu olan, burada da hayatın hemen her alanında geçerli olan çifte standart mekanizmasının tam gaz çalışması. Erkek büyükse 50 yaşa kadar yolu var, kimse sormaz. Kadın büyükse… Kadın büyük olmasın. Tut ki oldu, sürekli yaşla ilgili hadsiz sorulara cevap versin, “oğlunuz mu?” densizlikleriyle baş etsin, ünlüyse çıkan her magazin haberinde parantez içinde yaşı vurgulansın. Bunun bedelini sürekli ödesin.
Şu sıralar online platformlarımız sözleşmiş gibi kadının yaşının büyük olduğu film ve dizileri yayına soktu peş peşe. Sanırım bir tür yazlık peri masalı kontenjanından. Akımın bizdeki temsilcisi “Ru”; 38 yaşındaki Reyan (Meryem Uzerli) ile 18 yaşındaki Uzer’in (Burak Berkay Akgül) şahane Urla doğasında geçen aşkını anlatıyor. Tanıtım metni “38 yaşında bir kadın ve 18 yaşında bir erkek” cümlesiyle
Kadınlara dair bu toplumda yerleşmiş – çoğunun gerçekle alakası olmayan – bir takım inanışlar, yine kadınlar tarafından beslenip büyütülmeseler muhtemelen sonları gelecek. Misal, her kadın evlenmek ister, hepsinin emeli bir beyaz atlı (veya atsız, aslında koca çıtası çok yüksek sayılmaz) prens bulup nikâh masasına oturmaya ikna etmektir. Böylece ‘dünya evi’ne girmiş, sonsuz mutluluğun anahtarını cebine koymuş olur. Erkekler neden o cennet gibi ‘dünya evi’ne girmek istemez de katakulliye getirilmiş sayılırlar, orası muamma. Bir deli kuyuya bir taş atmış, nesiller bu inanışla büyüyor.
Neyse ki mutlu bir hayatın anahtarının evlilikte ya da ilişkide değil kendi isteklerimiz, yeteneklerimiz, hayallerimiz doğrultusunda bir yol çizebilmekte olduğunu bilen kuşaklar bütün dayatmalara rağmen geldi, geliyor. Bir de kadınlar bu son derece erkekten yana bakış açısını benimseyip devam ettirmese…
Bu anlamda örnek teşkil edecek bir sohbet izledik bu hafta. “Ru” adlı dizide 38 yaşında kendisinden 20 yaş genç bir erkekle aşk yaşayan
Birilerinde “Yeter artık, nedir bu bitmek bilmez yaşama arzusu, ölümlü olduğunuzu kabul edin işte” tepkisi yaratsa da sanıyorum çoğumuz karşımıza çıkan “Yaşlanmak tarih olacak” linklerine tıklıyoruz. Genelde de salatalığı sık suyunu iç, yoğurda zerdeçal koy gibi değerli öneriler çıkıyor altından.
Ama biri var ki, gerçekten en iddialı cümleler en inandırıcı şekilde onun ağzından çıkıyor: Doktor Ayşegül Çoruhlu. Şu sıralar başımızı her çevirdiğimiz noktada o var ve sağlıklı / uzun yaşam konusunda devrim niteliğinde değişikliklerin kapıda olduğundan söz ediyor. Kendisi İstanbul Tıp Fakültesi mezunu, ihtisasını biyokimya dalında yapmış bir doktor, öncü bir ‘longevity uzmanı’.
Ben YouTube kanalındaki videolarıyla birkaç yıl önce tanıştım. “Hızlı kilo vermenin ipuçları” gibi başlıkları tıkladım, karşıma popüler dile yanaşmak gibi bir çabası olmayan, ciddi bir doktordan biyokimya dersleri çıktı. Hücre yapılarımız, organlarımızın işleyişi derken kendimi bünyede neyin neden olduğuna
Hayatta sık sık kimi alanlarda neden çok az sayıda kadına rastlandığı üzerine mini münazaralara girmişimdir. Hayli eskimiş bir tartışma tabii ama karşınıza kadınların ‘o alanda’ yetenekli olmadığı gibi bir argüman geldiğinde gene de tutamıyorsunuz kendinizi. Bilim olabilir bu alan, sanatın bir dalı olabilir; şiir olabilir, komedi olabilir. Gözlerimle orta yere kadından yönetmen olmaz yazan oyuncu görmüşlüğüm var, ne denebilir ki. Sanırsınız bütün şartlar eşit, hep eşit oldu da kadınlar tembellikten ya da beceriksizlikten yan çizdi.
İzlediğim dizi; 1950’li - 60’li yıllarda kendisini tamamen erkeklerin egemenliğindeki (tabii o zaman mutfak hariç bütün alanlar erkek egemenliğinde) bir dünyada kanıtlamak durumunda kalan çok yetenekli, bilgili ve tutkulu bir bilim insanının: kimyager Elizabeth Zott’un gerçekten ilham veren hikâyesini anlatıyor. Yine kelimenin yerli yersiz kullanılıp ayağa düşen değil gerçek anlamıyla ‘sıra dışı’ bir kadın Elizabeth. Ve vasatların dünyasında işi çok zor çünkü
Bazı insanlar bu dünyayı başka canlılarla paylaştığımız, onların da yaşamaya - en az - bizim kadar hakkı olduğu gerçeğini kabul etmez, kendisini sırf insan olarak doğduğu için ayrıcalıklı zannederken bazılarına da doğanın, ağacın, bitkinin, hayvanın haklarını daha fazla savunmak düşüyor. Hatta kendisi kadar şanslı olmayan başka insanların da. Zaten bunu zaten başka türlüsünü akıllarına bile getirmedikleri için kendiliğinden yapıyorlar. Tekrar şu sıralar insandan en çok çeken hayvanlara dönersek, bu insanlar evlerini, hayatlarını paylaştıkları bir hayvan dostları olduğu zaman ona nasıl saygı ile davranıyorlarsa sokaktakilere aynı saygıyla yaklaşıyor, onları hoyratlıklara karşı ‘sahipsiz’ bırakmamaya gayret ediyorlar.
Bunları bana - bir kez daha – düşündüren, ne kadar düşkün olduğunu bildiğim kedisi Şati’yi yakın zamanda kaybeden Deniz Çakır’ın yaşadığı acıyı dönüştürdüğü iyilik oldu. Daha önce de yaptığı kolyeleri, bilezikleri görmüştüm, el sanatlarına yatkınlığı, becerisi ve sabrı var. Bu sefer