Asu Maro

Asu Maro

amaro@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

Bir süredir dillere pelesenk olan ‘kadın filmi’, ‘kadın hikâyesi’ gibi tanımlamalar fazla bir şey vadetmez oldu. İçinde daha fazla kadın dolaşıyor var diye o film kadın filmi olmuyor. O kadınlar gerçekten boyutlu karakterlere dönüşebiliyorsa hayatta gerçek bir dertleri, amaçları, istekleri, bunlar adına aldıkları kararlar, attıkları adımlar, verdikleri bir mücadele varsa anlamlı oluyor anlatılan hikâye. Ve seyirciye de gerçekten ulaşıyor, dokunuyor o zaman.

Kadınlar vardır, perdede

Seyir Derneği tarafından düzenlenen Ayvalık Uluslararası Film Festivali, beş (açılış filmi “Megalopolis” ile birlikte altı) günlük yoğun programını bitirip veda ederken geride bıraktığımız haftaya dönüp bakınca en çok konuşulan filmlerin hep o hiç de ‘sıra dışı’ olmayan kadın hikâyelerini anlatanlar olduğunu görüyorum. Bu festivalin en hoş yanlarından biri bence gerçekten film konuşulan bir festival olması. Yarışma yok, stres yok, kimse kimsenin rakibi değil, neden konuşulmasın?

Haberin Devamı

Festival ekibi bu yıl kadın hikâyelerinin ağırlıkta olduğu programı hazırlarken akıllarına sık sık Simone de Beauvoir’ın “Kadın doğulmaz kadın olunur” cümlesinin geldiğini söylüyor. Festivalin ‘Doğulmaz – Olunur’ başlıklı bölümü sadece kadın olmakla ilgilenmiyor, farklı alanlarda ‘öyle doğma – böyle olma’ hikâyesine yer veriyor.

Bizim bu yazıdaki konumuz sadece kadın hikâyeleri. Hayatta sadece kadınların başına gelen bir lanet gibi algılanan ‘yaşlanmaya’ farklı noktalardan yaklaşan üç filmle başlayalım. İlki Cannes’dan en iyi senaryo ödülüyle dönen “Cevher” (Yön: Coralie Fargeat). Karakterimiz Elisabeth Sparkle, yaş ayrımcılığının beşiği olan eğlence sektöründen. Bir aerobik programının yıldızı. 50 yaşını kutlarken programdan kovulduğunu öğreniyor. Tabii ki yaşı yüzünden. Ve bir laboratuvardan gelen teklifle henüz denenmemiş bir ürünü, bir ‘cevheri’ vücuduna zerk ederek gençliğine dönmeye niyet ediyor. Elisabeth’i Demi Moore’un oynadığı filmin Filmekimi programında da yer aldığını ekleyelim.

Kosta Rikalı senarist ve yönetmen Antonella Sudasassi Furniss, “Tutuşan Bir Bedenin Anıları”nda 65 yaşını geçmiş üç kadının aşk, evlilik, haz, cinsellik ve kadın olmak hakkındaki konuşmalarını perdeye taşırken seyircinin yoğun ilgisi nedeniyle ek seans konan “En Sevdiğim Pastam”, İran rejimi tarafından tasvip edilmeyen bir aşk filmi. Neden, çünkü yetmiş yaşında bir emekli hemşire kendisine sevgili buluyor. Böyle bir şeyden o derece hoşlanılmıyor ki Berlinale’ye seçilen filmin yönetmenleri Maryam Moghaddam ve Behtash Sanaeeha pasaportlarına el konduğu için festivale katılamadılar. İstanbul Film Festivali’nde de izlediğimiz film şu anda Başka Sinema salonlarında gösterimde.

Haberin Devamı

Buradan bir başka İran filmine; Mohammad Rasoulof’un “Kutsal İncirin Tohumu”na geçersek, olay Mahsa Amini’nin ölümü sonrasındaki protestolar sırasında geçiyor. Devrim Mahkemesi’ne soruşturmacı atanan bir baba, rejime sadık yaşamaktan memnun bir anne ve bu yaşam tarzını benimsemeye niyeti olmayan iki kızları... Film gizlice çekildi, yönetmen sekiz yıl hapis cezasına çarptırıldı ve Almanya’ya kaçtı. Film Almanya’nın Oscar adayı ve o da Filmekimi’nde karşımıza çıkacak.

Haberin Devamı

Gürcü asıllı İsveçli yönetmen Levan Akin’in son filmi “Geçiş”te ise trans yeğeni Tekla’yı bulmak için İstanbul’a gelen emekli öğretmen Lia’nın yolu trans hakları için mücadele eden avukat Evrim ve iki sokak çocuğuyla kesişiyor. Nabil Ayouch’un “Touda’yı Herkes Seviyor”unda ise hayattaki en büyük tutkusu şarkı söylemek olan Faslı bekâr anne Touda’nın pavyonlarda şarkı söylerken karşılaştığı tacizler ve vazgeçmediği hayalleri anlatılıyor.

Son olarak, kendisi de festivale konuk olan Elizabeth Sankey’in “Cadılar”ı da çok konuşulanlardan biri oldu, seveniyle, sevmeyeniyle. Meselesi doğum sonrası depresyon ve cadılık. Sinema tarihinden sayısız cadı filminden bir kolaj içeren filmi Türkiye haklarının sahibi MUBI’de izleyeceğiz muhtemelen yakında.