Önceki yazımda konusunu ettiğim Niall Ferguson’un “The West and the Rest” kitabına göre, 15. yüzyıldan beri dünyaya hakim olan Batı medeniyetinin 6 önemli özelliği var.
Bunlardan birincisi ve en önemlisi, bu ülkelerin rekabete açık olması. Rekabete açıklık prensibinin içinde yalnız ticaretin ve piyasalaşmanın özendirilmesi, dışa açıklığın sağlanması değil; bir dahili rekabet unsuru sayılan güçler ayrılığı sisteminin yerleştirilmesi ve bir arada yaşama bilincinin geliştirilmesi de var.
İkinci önemli özellik, “batı”nın bilim konusunda gerçekleştirdiği devrim. Özellikle 17.yüzyılda, matematikte, astronomide, fizikte, kimyada ve biyolojide büyük atılımlar sağlandı. Bu sayede, yeni icat ve keşifler yapılabildi. Dünya keşfedildi; uzaya gidilebildi; sanayi devrimi gerçekleştirildi.
Üçüncü önemli özellik, sosyal ve politik sistem ve standartlarda sağlanan gelişme oldu. Özel ve fikri mülkiyet haklarında, sosyal kurumların oluşumunda, özgür düşünce ve örgütlenme hakları ile basın özgürlüğündeki gelişim, diğer ülkelerle farklılık yarattı.
Dördüncü önemli gelişim, sağlıkla ilgili oldu. İlimdeki gelişmeye paralel olarak, tropikal hastalıklar ve savaşlarda, savaşarak ölenlerden
Batı Avrupa, Kuzey Amerika ve Avustralya’nın temsil ettiği “batı medeniyeti” giderek gücünü kaybediyor. Batı medeniyetinin kullandığı dilin etki alanı, hâkim dininin büyüme oranı, kontrol ettiği toplam toprak büyüklüğü, toplam nüfusu, toplam gayri safi milli hasılası (GSMH) ve toplam askeri gücü gittikçe azalıyor. Batı, 1950’de toplam dünya nüfusunun yüzde 20’sini barındırırken, 2050 yılında bu oran yüzde 10’a düşecek. Müslüman sayısı süratle artarken, Hıristiyan sayısı artmıyor; hatta, 1970-2000 arasında yüzde 1 azaldı. Batı’nın toplam GSMH azalması, 1970-1992 arasında yüzde 4’ü buldu. Batı’nın toplam askeri gücü de, 1970-1991 arasında yüzde 6 düştü.
Bütün rakamları ve görüşlerin bir bölümünü, Niall Ferguson’un Medeniyet - Batı ve Geri Kalanı (Civilization - The West and the Rest) adlı kitabından aldım. Ferguson’un söylediği gibi, Osmanlı Devleti’nin yok olmasına neden olan “yüksek borç oranı”, şimdi “batı”yı tehdit ediyor. Osmanlı’nın borç faiz yükü, 1877’de tüm bütçe gelirinin yüzde 50’sine ulaşmıştı. Örneğin, ABD’de bu oran yüzde 358 seviyesinde ve Yunanistan’dan kötü.
Yeni stratejiler zorunlu
Batı’nın güç kaybı arttıkça, yeni stratejiler geliştiriliyor.
Cengiz Yalçın, 17 yakın arkadaşını Fransa’ya davet etti ve 18. yüzyıldan kalma Bordeaux (Bordo) şatolarında unutulmaz günler geçirmelerini sağladı. Misafirler, Rothschild ailesinin iki şatosu ve Louis Vuitton şatosu dahil, 12 meşhur şatoyu gezme ve buralarda üretilen şarapları tatma olanağı buldular.
Bordeaux bölgesi, yılda 720-840 milyon şişe şarap üretiyor. Fransa’da üretilen kontrollü şarapların % 27’si bu bölgede üretiliyor. Üretimin % 85’i kırmızı şarap. Değer olarak, Çin’den sonra en çok satış ABD’ye yapılıyor. Dünya şarap otoriteleri, dünyanın en iyi şaraplarının bu bölgede ve ABD’deki Napa bölgesinde üretildiğini söylüyorlar. Bu bölgede üretilen “Grand Cru Classé” şarapların şişesi, 3500 dolara kadar satılabiliyor. “Grand Cru Classé” şaraplar, toplam üretimin % 5’ini geçmiyor. Meşhur “Petrus” şarapları da bu bölgede üretiliyor.
Şato şarapları
Chateau (Şato), bir binadan çok, bir üretim tarzı. Asma bahçeleri arasında bulunan villalara “şato” deniliyor. Yoksa, büyük derebeyi şatoları aklınıza gelmesin. Bu bölgedeki binden fazla şato arasında, 20-30 tanesi gerçek anlamda “derebeyi şatosu” denilebilecek yapılar. Üzümlerin üretimi, seçimi, bakımı, ezilmesi,
Geleceği tahmin etmeye çalışan bilim adamları (füturistler) arasında, yeni komplo teoricileri türedi. Onlara göre, dünyamızda gittikçe bozulan tabiat dengesini yeniden düzeltebilmek, tüm dünyada “tek devlet” oluşturulmasını sağlamak sayesinde mümkün olabilecek. İçinde bulunduğumuz yüzyılın sonlarına doğru, ya “tek devlet” ya da birçok konuda birbirleriyle ortak hareket eden “bölgesel ekonomik ve siyasi devletler” oluşacak. Yani, Avrupa Birliği’nin genişlemesi ve ona benzer başka “Devletler Birlikteliği” oluşacak. Artık işe yaramadığı anlaşılan, Birleşmiş Milletler Topluluğu’nun da yeniden yapılanması kaçınılmaz olacak.
Füturistler, kurulacak yeni devletlerin adını Francis Bacon’un aynı adlı romanından esinlenerek, “Yeni Atlantis” koymuşlar. Diğer bir devletin adı “Yeni Mu” olabilir. Bana göre, devletlerden birinin adı da “Yeni Türkiye” olabilir.
Savaş gerekli mi?
Bazı komplo teoricileri, süratle büyüyen küreselleşme olgusunun bile, milliyetçi eğilimler nedeniyle, istenilen sonuçları veremeyeceğini düşünüyorlar. Bunlara göre, bir “Küresel Devlet” yaratabilmenin tek yolu, “Üçüncü Dünya Savaşı”nın çıkması. Bu görüşte olanların ortak bir işareti var: “3WW” (Alan
Suriye’ye müdahale edilmesi taraftarı olmadım. Müdahale, ekonomik çıkarlarımıza aykırı görünüyordu. Ama büyük bir hata yapılarak Suriye’de kimyasal silah kullanıldı; 1400’den fazla kişi bu nedenle öldü. Durumu ilk öğrendiğimde, kimyasal silahı muhalif güçlerin kullandığını düşündüm. Şimdi, Esat’ın kendi ayağına ateş ettiği ve halkına karşı kimyasal silah kullandığı anlaşılıyor. Bu nedenle, sınırlı bir biçimde olsa bile, Suriye’ye bir müdahale olması kaçınılmaz hale geldi. Ancak, sınırlı denilen bu müdahalenin hedefleri tam olarak bilinemiyor. ABD Başkanı Obama, geniş uluslararası destek almamış olsa da, bugün müdahale kararını açıklayacak. Kimyasal silah kullanmanın cezasız kalmamasını ümit ediyorum. Gelişmeler, en azından şimdilik Tayyip Bey’i haklı çıkarmış görünüyor.
Cenevre Protokolü’ne göre, savaş sırasında kullanılsalar bile, biyolojik ve kimyasal silahlar nükleer silahlardan sonraki en önemli “kitle imha silahı” olarak sınıflandırılıyor.
Kimyasalın tarihi eskiye dayanıyor
İnsanların zehirlenerek öldürülmesi, Eski Yunan’da başladı. Savaşta “zehirli kurşun” kullanılması, ilk kez 1675’te Roma İmparatorluğu ile Fransa arasında yapılan Strazburg Anlaşması ile
Daha uzun yıllar sonra ermeyecek olan bir ‘dünya ekonomik krizi’ yaşıyoruz. Kriz, iplerini koparmış bir boğa gibi ülkeden-ülkeye, bölgeden-bölgeye yayılıyor. Bazen gelişmiş ülkeleri, bazen gelişmekte olanları, bazen de değişik bölgeleri etkiliyor. Krizi teğet geçirmenin tek çaresinin, istikrarlı bir hükümet ve istikrarlı bir ekonomi yaratmak olduğu anlaşılıyor. Yaygın sosyal güvenlik ve neredeyse ücretsiz sağlık sistemleri yaratarak halkın genel yaşam seviyesini yükseltmek isteyen hükümetler, gelir dar boğazıyla karşılaşıyor; sonunda da topladıkları vergileri artırmak zorunda kalıyorlar.
Hükümetler yaptıkları harcamalar karşılığında yeterli kaynak bulamayınca, hemen hemen her zaman merkez bankalarına başvurup; onlara para bastırıyorlar. Merkez bankası kaynaklarını doğrudan doğruya kullanamayan hükümetler ise ‘uyumlu merkez bankası’na ‘hazine tahvili’ satarak, ‘uyumlu merkez bankası’nı silkeliyorlar.
Belayı hükümetler yaratıyor
Sonunda, enflasyon belasını hükümetler yarattığı halde, merkez bankaları enflasyon artışının suçlusu olarak gösteriliyor. Hükümetlerin bütçeleri kapatılamayınca, iç ve dış borçlanmaya gidiliyor ama en ucuz borçlanma, merkez bankaları
Cumhuriyet tarihimizde ilk kez bir Merkez Bankası Başkanı dört ay öncesinden döviz kurunu belirledi ve Aralık ayında ABD Doları fiyatının 1.92’nin altında olacağını söyledi. Oysa, hiçbir Merkez Bankası, kendi basmadığı ve likiditesine hakim olamadığı bir para biriminin fiyatı için ahkam kesemez.
Merkez Bankası Başkanı’nın sözünü tutabilmesi için şu olasılıklardan birisinin gerçekleşmesi gerekiyor:
A. Banka önümüzdeki dört ay boyunca altın ve döviz rezervlerinin önemli bir bölümünü satarak piyasaya döviz likiditesi sağlayabilir. Piyasanın ihtiyacı döviz olduğu için, döviz yükümlülüklerinden kurtulmak suretiyle piyasaya döviz verirse, Türk Lirası kıtlığı yaratmadan bu sonucu elde edebilir. Ancak, hem artan petrol ve doğalgaz fiyatları hem de mevcut cari açık, bu politikanın uygulanmasını zorlaştırıyor. Öte yandan, döviz rezervimiz azaldığında, yeni bir döviz baskısı ile karşılaşılabilir.
Döviz girişi olasılığı
B. Yurtdışından önemli ölçüde sıcak para veya doğrudan yatırım biçiminde para gelebilir. Ancak, gelecek miktarın yeterli olacağı konusunda kuşkular var. Tüm gelişmekte olan ülkelerde bize benzer döviz kuru baskısı oluştu ise de, en yüksek oranlı baskı bizde
Merkez Bankamız Guvernörü Erdem Başçı, 40 milyar ABD doları tutarında “kullanılabilir rezerv”imiz olduğunu söyledi. Oysa, Merkez Bankamız’ın döviz rezervi içinde “kullanılamaz” döviz rezervi bölümü yoktur. 23 Ağustos 2013 itibariyle, 108 milyar 563 milyon ABD doları döviz ve buna ilaveten 20 milyar 729 milyon ABD doları toplam yaklaşık 129 milyar ABD doları döviz rezervimiz var. Bunun tümü de “kullanılabilir” durumdadır.
“Kullanılabilir rezerv” deyimi ilk kez benim Merkez Bankası Başkanı olduğum dönemde, sonradan “televoleci ekonomistler” olarak adlandırılan ekonomist arkadaşlar tarafından kullanıldı. Benim zamanımda, Cumhuriyet tarihinde ilk kez Merkez Bankamız döviz rezervleri, Banka’nın tüm döviz yükümlülüklerini karşılayıp, 7 milyar ABD doları da pozitif miktara ulaşmıştı. Toplam döviz rezervimiz 18.5 milyar ABD doları olduğu halde, siyasi seçimler yaklaştığı için, bu ekonomistler rezervin bir bölümünü “kullanılamaz” göstermek yolunu seçtiler.
Merkez Bankası rezervi, “döviz ve altın rezervleri”nin toplamından oluşur ve tümü “kullanılabilir” durumdadır. Merkez Bankamız’ın rezervlerini düşük göstermek isteyenler, Banka’nın ticari bankalara olan döviz cinsinden munzam