Eski ABD Merkez Bankası (FED) Başkanı Alan Greenspan, ekonomik krizin nasıl çıktığı, alınan kararların ne anlama geldiği ve FED’in nasıl karar aldığını açıklayan, “The Map and the Territory” isimli bir kitap yazdı. 2013 Aralık’ta piyasaya çıkan kitap, henüz dilimize çevrilmedi.
Greenspan, insan davranışları ve beklentilerin, krizin büyümesinde büyük rolü olduğunu söylüyor. Gölge bankacılığın ortadan kalkmasının, piyasadaki likiditeyi nasıl silip süpürdüğünü; bu balon patlamasını, banka ve şirket sermayeleri ile karşılamanın mümkün olamadığını anlatıyor. Sonuçta, piyasa düzenleyici kurumlar yeterli ve zamanında karar alabilmekte zorlanıyor.
CEO ücretleri çok yüksek
Aşağıdaki tablo, 500 en büyük ABD şirketi CEO’larının 1960 ile 2010 yılları arasında şirket piyasa değerlerinin oranı olarak aldıkları ortalama ücreti gösteriyor. İşte bu tablo, Obama yönetiminin bu konuda tedbir almasını gerektirmişti. Öte yandan bu tablo, ABD şirketlerinde kurumsal yönetim ilkeleri sonucu, sahiplerinden çok şirket yöneticilerinin sözünün geçtiğini de gösteriyor.
FED nasıl karar alıyor?
Greenspan, 1987’de FED’e Başkan olduktan hemen 2 ay sonra çıkan “borsa krizi” sırasında, nasıl karar
Boğaziçi Üniversitesi Profesörü Şevket Pamuk’un İktisat ve Toplum Dergisi’nde, Türk ekonomisinin 200 yıl içinde gösterdiği gelişmeyi anlatan makalesinden faydalanarak kaleme aldığım görüşlere bugün de devam ediyorum.
Son 200 yılda Türkiye’nin ekonomik büyümesi, dünya ortalamalarının biraz üzerinde seyretmiş olsa da; insani gelişmenin, yani sağlık ve eğitim boyutlarına inen kalkınmanın dünya ortalamalarının altında kaldığı; ülkemizin gerçek ekonomik büyümesinin 1920 yılından sonra başladığı ve bugüne kadar hep aynı oranda, yıllık ortalama %3 olacak biçimde geliştiği anlaşılıyor. Türk ekonomisinin 1920 ila 1940 yılları arasında yükseliş yaşadığı; 1980 yılından sonra ise gelişmekte olan ülkeler ortalamasının üstünde bir büyüme yakaladığı görülüyor.
Büyümede kalite düşük
Son yarım yüzyılda ortalama olarak %5’in üzerinde büyüme sağlayan İtalya, İspanya, Güney Kore ve bir süre de Japonya, iktisadi mucize yarattılar. Buna karşılık, son 200 yılın hiçbir döneminde ve alt döneminde Türkiye’nin ortalama büyümesi, %5’in üzerine çıkamadı.
Yandaki grafik, iktisadi mucize gösteren ülkelerin büyüme eğilimlerini; 1980’den sonra Çin’in yükselişi başlarken, Japonya’nın durağan bir
Boğaziçi Üniversitesi Profesörü Şevket Pamuk, İktisat ve Toplum Dergisi’nde Türk ekonomisinin 200 yıl içinde gösterdiği gelişmeyi anlatan bir makale yayınladı. Pamuk’un bu konuyu ele alan “Türkiye’nin 200 yıllık İktisadi Tarihi” isimli bir kitabı da var.
Türk ekonomisini inceleyenler, genellikle 19. yüzyılla hiç ilgilenmediler. Oysa, Türk ekonomisinin özelliklerinden bazıları 19. yüzyıldaki dönüşümlerden kaynaklanıyor. Ekonomileri değerlendirirken, sadece büyüme ve kişi başına düşen gelir artışlarını değil, insani gelişmeyi ve gelir dağılımını da incelemek gerek. Son 200 yılda Türkiye’nin ekonomik büyümesi, dünya ortalamalarının biraz üzerinde seyretmiş olsa da, insani gelişmenin (yani sağlık ve eğitim boyutlarına inen kalkınmanın) dünya ortalamalarının altında kaldığı anlaşılıyor. Dünyada ve Türkiye’de iktisadi büyüme, Sanayi Devrimi sonrasında başladı. Ülkemizde, 1820 ile 1920 yılları arasında kişi başına düşen milli gelirin ortalama artış hızı yüzde 1’in altında kaldı.
Ortalamayı aştık
Ülkemizin gerçek ekonomik büyümesinin 1920 yılından sonra başladığı ve bugüne kadar hep aynı oranda, yıllık ortalama yüzde 3 olacak biçimde geliştiği anlaşılıyor. İkinci Dünya Savaşı
Bütün bu kaos içinde, Merkez Bankası’nın faiz artırımının döviz fiyatını dizginlemeye yeterli olamayacağı açıktı. Bu nedenle, faiz artırımını yapmasını önermedim. Ancak, Merkez Bankamızın yaptığı faiz artışı, faiz oranları üzerinde yaratılmış olan kargaşayı ve gereksiz karışıklığı ortadan kaldırdığı için faydalı oldu. Şimdi artık, faiz artışlarının geçici olarak durdurulması gerekiyor.
Şimdi, Merkez Bankası’nın yapması gereken birinci şey, Açık Piyasa İşlemleri aracılığıyla bankalara verilen 35 milyar TL civarındaki paranın geri çekilmesi. Ancak, bu paranın geri çekilmesi, Merkez Bankası’nın umduğu gibi, faizlerin artırılmasıyla gerçekleşemez. Çünkü bankalarda bu tutarı geri ödeyecek yeterli likidite yok. Bankalara yeterli likiditeyi başka bir yoldan sağlamak gerekiyor. Bu likiditenin sağlanması için, Merkez Bankası’nın bankalara olan borçlarının ödenmesi ve Merkez Bankası’nın bir ticari banka imiş gibi yaptığı, “mevduat toplama işlemleri”nden vazgeçmesi lazım.
Dövizler nerede?
Türkiye’de mevcut likit ve kullanılabilir dövizin çok büyük bölümü Merkez Bankası’nda bulunuyor. Merkez Bankası döviz rezervleri içinde, bankaların munzam karşılık olarak tuttukları altın ve
Döviz fiyatları artıyor. Demek ki, döviz talebinde artış; döviz arzında düşüş var. Döviz talebindeki artış, ya döviz fiyatının daha da yükseleceği beklentisi ya da ithal malların ucuz olması veya gelecekte daha pahalı olacağının düşünülmesi nedeni ile gerçekleşiyor. Döviz fiyatının daha da yükseleceği beklentisi ile yaratılan döviz talebine, bu aşamada bir şey yapmak gerekmiyor.
İthal mala olan talebin azalması için ise, döviz fiyatının artması lazım. Döviz fiyatının artacağı yere kadar artıp daha fazla artamayacağı noktada, döviz fiyatı düşmeye başlar ve dengeye oturur. Bu denge noktasını bulabilmemiz için döviz fiyatının artacağı seviyeye kadar artmasını beklememiz lazım.
Döviz arzı neden düştü?
Döviz arzı; yani, ülkemize döviz girişi iki nedenle düştü. Bunlardan birincisi, gelişmekte olan ülkelerin birçoğunda görülen benzer sıkıntıdan kaynaklanıyor. Başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkeler, kendi ekonomilerini düzeltmek için, bir taraftan piyasadan para çekerek, likiditeyi azaltmaya çalışırken; diğer taraftan da, sermayelerin mümkün olduğu kadar kendi ülkelerinde yatırılmasını özendiriyorlar. Bu nedenle, gelişmekte olan ülkelerin borsalarından para çekiliyor; bu
Kur artışı ve dolarizasyon nedeni ile dövize yöneliş başlayınca, İstanbul Borsası endeksleri de düşme eğilimine girdi. Arjantin Merkez Bankası’nın “kur nereye giderse gitsin, piyasaya müdahale etmeyeceği” açıklamasıyla bir günde %11 oranında ülke parasının değer kaybetmesi, uluslar arası piyasalarda bir tedirginlik yaratınca, gelişmiş ülke yatırımcıları gelişmekte olan ülkeler borsalarına yaptıkları yatırımları durdurdular. Bu gelişmeden, siyasi sıkıntılarla boğuşan bizim gibi bir ülke de nasibini aldı.
Bu sırada Hazine, başarı sayılabilecek bir operasyona imza atarak piyasalardan 2,5 milyar Dolar borç alabildi. Uzun vadeli borç senetlerine, 4 misline yakın talep geldi. % 5,8 olan faiz oranı, oldukça yüksek gibi görünse de, ülkemizin borçlanabilme kapasitesinin varlığının bir göstergesi oldu.
TÜSİAD’ın, özelleştirme ihalelerinin iptal edildiği günün ertesinde, “bu ülkeye yabancı sermaye gelmez” biçimindeki açıklaması, gereksiz oldu. Sayın Başbakan, hem iş adamlarını hem de basını tehdit eden bir konuşma yapınca da, piyasalardaki gerilim ve belirsizlik biraz daha arttı ve mart ayı sonunda yapılacak seçimlere kadar ekonomik çalkantının süreceği ön görünümü güçlendi.
MB
İlginç bir hafta yaşadık. Merkez Bankası Para Politikası Kurulu faiz oranlarını değiştirmezken, bankalararası piyasada faizlerin yüzde 7.75 yerine yüzde 9 civarında oluşmasına müsaade edeceğini açıkladı. Bu, yüzde 1.25 civarında bir faiz artırımı anlamına geliyordu. Öte yandan, Merkez Bankası bankalarla yaptığı işlemlerle ilgili tüm faizleri sabit tuttuğu için, Sayın Başbakan’dan alkış aldı. Ekonomiden sorumlu Bakanın söylemi, “Merkez Bankası bağımsızdır; herkesin fikrini alır, sonra bildiğini yapar” biçiminde olsa da Merkez Bankası üzerinde faizlerin arttırılmaması yönünde bir baskı olduğu aşikardı.
Örtülü bir faiz arttırımı olmasına rağmen, tedbir yeterli görülmeyince, 23 Ocak günü Türk Lirası ciddi bir biçimde değer kaybetmeye başladı. Bunun üzerine, Merkez Bankası Ocak 2012’den beri ilk kez piyasalara doğrudan müdahale ederek 4 milyar dolar civarında döviz sattı. Buna rağmen dövizin ateşi düşürülemeyince, 24 Ocak günü hiçbir müdahalede bulunulmayarak, döviz fiyatı serbest dalgalanmaya bırakıldı ve dolar kuru 2.32’yi gördü; serbest piyasada kur, 2.35’i buldu. Bankalar, Merkez Bankası’ndan aldıkları Türk Liraları ile dövize talep yaratmaya başlamışlardı. Çünkü, Merkez
Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasının üzerinden 100 yıl geçti. Tarihçiler, artık 1913 yılındaki dünyayı ve yaşanılan entrikaları açıklamaktan ve değerlendirmekten çekinmiyorlar. Charles Emmerson, bunlardan biri. 1913 Büyük Savaş Öncesi Dünya(1913 in Search of the World Before the Great War) isimli geçen ay piyasaya çıkan kitabında, savaş öncesi gelişmeleri ve emperyalist devletlerin sömürü çabalarını anlatıyor. Dışımızda bir bakış açısı ile olaylara yaklaşması, kitabın önemini daha da arttırıyor. Öte yandan, Osmanlı İmparatorluğu’nun neden gerilemeye başladığı ve nasıl çökertildiği de, şimdiki büyük güçler için bir tecrübe örneği olarak değerlendiriliyor.
Avrupa ülkeleri arasında durmak bilmeyen güç çekişmesi, komünist devrim olma olasılığı ve korkusu, Balkanlardaki şiddet, altın standardından vazgeçmeme uğruna ekonomilerin feda edilmesi, gelişmiş devletlere yönelik büyük göç dalgalarının başlaması, İran’ın jeopolitik konumunun önem kazanması, büyük petrol sahalarına sahip olduğu anlaşılan Orta Doğu’nun ve Haçlı Seferlerinden sonra yeniden Müslümanların eline geçen Kudüs’ün Osmanlı İmparatorluğu’ndan koparılmasının zorunlu görülmesi, Çin’in uyanmaya başlaması, Birinci Dünya