Hiç tartışılamaz denilen “cumhuriyet” rejimini tartışıyoruz. Aslında, tartışılan Atatürk Cumhuriyeti ve Atatürk. Değiştirilmesi bile teklif edilemeyen anayasa maddeleri, arkasından dolanılarak değiştirilmeye çalışılıyor. Kararı iptal eden Anayasa Mahkemesi’nin, yasayı iptal yetkisinin olup olmadığı bile tartışmaya açıldı.
Atatürk Cumhuriyeti sorgulanıyor. “İkinci Cumhuriyetçiler” denilen bir aydın kesimi ortaya çıktı; varsa eksikleri tamamlayacakları yerde, mevcut “cumhuriyet” rejimini önce yıkıp sonra yenisini kurmak istiyorlar. Bu durum da Atatürk Cumhuriyeti’ne son vermek ve şeriat düzeni kurmak isteyen gericilerin ekmeğine yağ sürüyor.
Atatürk Cumhuriyeti’ne yapılan saldırılar, maalesef, “demokrasi” kisvesi altında yapılıyor. Atatürk’ün kurduğu, yerleştirildiği her şey değiştiriliyor; tartışmaya açılıyor. Örneğin, Merkez Bankası İstanbul’a taşınıyor. Sıra, başkentin İstanbul’a taşınmasına geliyor. Hükümet çekilse bile, “çarpışarak çekilme” prensibini
Biyoteknoloji, yaşayan hücreleri kullanarak, DNA teknolojisiyle, ihtiyacımız kadar üretilemeyen yeni veya az bulunan maddeleri elde etmek için kullanılan teknolojilere deniliyor. Halen, gıda, kimya, tıp, tarım, ormancılık ve çevre alanlarında biyoteknolojik teknikler kullanılıyor.
Hatta, “gen tekniği” ile, biyolojik maddeler süper silahlara dönüşebiliyor. Tek bir mikroptan, 24 saat içinde 281 trilyon öldürücü virüs üretilebiliyor.
Biyoteknolojinin tıp alanındaki kullanımları arasında, insandaki zararlı genlerin elimine edilmesi, tıbbi bitki üretimi, aşı üretimi, genetik özellikli rahatsızlıkların önlenmesi, ilaç üretimi var. Tıp alanında, dizilimi yeniden düzenlenmiş (rekombinant) DNA, gen parçalanması(hücre fizyonu) ve diğer biyo-işleme teknikleri kullanılıyor.
Pazar hızla büyüyor
İnsan vücudunun ihtiyacı olan hormon, enzim ve proteinleri üreten hücrelerdeki kromozomlar, bu maddelerin üretimi emrini veriyor. Ancak, hasta hücreler bu üretimi kabul etmeyince, hastaya yapay olarak bu maddeler
Merkez Bankamızın para politikaları tam bir çıkmaza girdi. Bankanın yaptığı iş, sadece faizlerle emme-basma tulumba misali oynamak. Oysa, faizlerle oynasa bile, ekonomiyi etkileme veya sıkı para politikası güderek enflasyonu düşürme olanağı gittikçe azalıyor. Faizler yükseltilince, teorik olarak, piyasaya verilen para azalacak, talep daralacak ve enflasyon düşecektir. Ama olmuyor, olmayacak. Ne yapılırsa yapılsın, istenirse faizler, bugünkünün 2 katı artırılsın, enflasyon hedefleri tutturulamayacak ve bu ekonomi politikası iflas edecek.
Merkez Bankası, ekonomiyi o denli ısıtmaya başladı ki, bu gidişle, 2000 yılına benzer bir krizle karşılaşacağız. Hükümetteki bazı bakanlar, işin farkına vardı ama “bağımsız merkez bankaları iyisini bilir” baskısı, ağır basıyor. Peki, Merkez Bankamız 2000 yılında olduğu gibi, işin doğrusunu bilmiyorsa, ne olacak?
Bu durum, yalnız bizim Merkez Bankamız için değil, gelişmiş ülkeler dahil, birçok merkez bankası için geçerli. Bizimki gibi dışa açık ekonomik sistem uygulayan ülkelerdeki merkez bankalarının çoğu aynı sıkıntıyı
Bu günlerde Göcek koyları pislik, köpük, plastik parçaları içinde. Pislikler, koy koy dolaşıyor. Bedri Rahmi koyundan bile kaçan kaçana. Rüzgâr yön değiştirdikçe, pislikler de yer değiştiriyor. Pisliklerin, Fethiye’den geldiğini öğrendik. Yaz günü Fethiye’deki dere ve kanalların temizlenmesine karar verilmiş. Buralardan çıkan bütün pislikler de, bir yerde toplanıp taşınacağına denize akıtılmış, atılmış. Kabahati kaymakamlık, belediyeye; belediye, Devlet Su İşleri’ne atıyor. Hatta, kaymakamın operasyondan haberi bile olmamış. Bu civarda on binlerce yabancı turist var. Bırakın yabancıları, halk da ne yapacağını şaşırmış durumda.
Öte yandan, bu yörenin güzelim koylarındaki halk plajlarında günlerini geçirenler, hemen deniz bitimindeki ormanların içinde ateş yakıp kebap yapıyor veya yemek pişiriyorlar. Sonra da, bu ateşi yanar vaziyette bırakıp evlerine dönüyorlar. Bütün gece boyunca, bu yörelerden duman tütüyor. Oysa, ormanda ateş yakmak, tamamen yasak. Yaz günü bir izmaritten bile,
Dünkü yazımda, mevcut hükümetin tüm savunmasını üzerine inşa etmeye çalıştığı “demokrasi” kavramından bahsetmiş ve dünyada da Türkiye’de de tam bir demokrasi uygulaması olmadığını, bu “dünya görüşü”nün bir gelişim süreci içinde olduğunu anlatmaya çalışmıştım. Oy çoğunluğunu elde etmenin bile, her istediğini yapmak olmadığını vurgulamıştım. Aslında, demokrasilerde anayasaların, oy alanın her istediğini yapmaması amacıyla var olduğunu söylemiştim. Zaten, seçim sistemi sayesinde, bir partinin aldığı oy miktarının çok üzerinde sandalye sahibi olabilmesine olanak tanınması da, “Sandalye sahibi olmakla, her istediğini yapamamak prensibi uyarınca, sağlanmış bir ayrıcalıktır” demiştim. Sadece anayasal kurallar içinde bir demokrasiden bahsedilebilmesi nedeniyle, bir uygulamanın “demokratik olmadığını” veya “demokratik kurallara sığmadığını” savunmak, “abesle iştigal” oluyor.
Türkiye’de, millet, kendisini temsil edecekleri seçemiyor. Partilerin adayları,
Demokrasi, “halkın yönetimi” demektir. Yani, hâkimiyet milletindir. Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) salonunda bu nedenle, “Egemenlik ulusundur” yazar. Ama, Türkiye’de hiçbir zaman egemenlik tamamen ulusun olamamıştır. TBMM’de bile. Zaten, dünyada da tam anlamıyla egemenliğin ulusta olduğu, bir “demokrasi” uygulaması da yoktur.
Yani, oy çoğunluğunu elde etmek, her istediğini yapmak anlamında değildir. Öte yandan, seçimler 4-5 yılda bir yapılabildiği için, milletin oyu da zaman içinde yön değiştirmiş olabilir. Bu nedenlerle de, milletin oyu yeterli görülmemiş, anayasalar yapılmış, kuvvetler ayrılığı sistemi getirilmiştir.
Kısacası, demokrasilerde anayasa, oy alanın her istediğini yapmaması amacıyla yazılmıştır. Sonuçta, anayasaların değiştirilemeyecek maddelerinin bulunması, yasaların anayasaya aykırılığının denetlenmesi, anayasa değişikliklerinin anayasanın değiştirilemez hükümlerine aykırı olamaması gibi uygulamalar, tamamen, “oy alanın her istediğini yapamaması, sistemle
“Ekonomi Bilimi”, kaynakların nasıl artırılacağını ve kıt kaynakların nasıl dağıtılacağını inceler. Bir ülkede, bu konularda karar alanlar ise, hükümetler ve merkez bankalarıdır. Hükümetler, kendi takipçilerini korumak ve bazı işkollarını kaçınılmaz olarak kayırmak durumundadırlar. Hazine, BDDK, SPK, TMSF gibi ekonomi konusunda karar alan kurumlar, bu yetkilerini bir anlamda, hükümetler adına kullanırlar.
Hükümetler, belli nedenlerle aldıkları kararlarda adil davranamazlarken, yalın olarak “ülke çıkarı”nı gözeterek karar alması gereken, tek bir kurum vardır. O da, merkez bankasıdır. Bu nedenle, merkez bankalarının, hükümetlerden bağımsız olması istenmiştir. Bu nedenle, IMF, destek programı uygularken, hem hükümetle hem de merkez bankasıyla anlaşmaktadır.
Tam bağımsız merkez bankası
Dünyada nasıl tam anlamda demokrasi yoksa, tam bağımsız bir merkez bankası da yoktur. Bizde de genel kurulunun yüzde 51’inden fazlası Hazine tarafından kontrol edilen, başkan, başkan yardımcıları ve banka meclisi, hükümet tarafından atanan Merkez Bankası
Aytunç Altındal, “Türkiye’de ve Dünyada Casuslar” isimli bir kitap yayımladı. Bu ilginç kitapta yer alan bilgiler, kimse tarafından yalanlanmadı. Ülkemizin geleceğini yönlendirebilmemiz için, bu bilgilerin hepimizce bilinmesi gerekiyor. Bu önemli bilgilerin bazılarına aşağıda özetle yer veriyorum:
Sir Peter Lawrence, İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi olunca, cuntanın başı Kenan Evren’le çok yakın ilişki kurdu. Sir Lawrence’a Türkiye’ye gelirken bir misyon verilmişti. Yunanistan’ın yeniden NATO’ya girmesi için, ne pahasına olursa olsun, Türkiye ikna edilecekti. Sir Lawrence, Evren’i hem pohpohlamalarıyla hem de bakan biraderi aracılığıyla ikna etti. Veto kaldırıldı; Yunanistan NATO’ta tam üye oldu. Yunanistan, NATO’ya girer girmez, Türkiye’nin AB üyeliği için veto koydu. (“Ordu idareyi ele alınca hep hata yapar” görüşü aslında, Evren’in bu kararıyla başladı.)
Sahte belgeler, sahte dostlar
Napolyon Bonapart’ın kurduğu SURETE casusluk