Booz & Company, dünyada araştırma ve geliştirmeye en çok para ayıran ve yapılan yeniliklerden en büyük geliri sağlayan şirketleri açıkladı. Buna göre, ilaç devi Roche 9.6 milyar dolarlık araştırma harcaması yapmış. Roche, satış gelirlerinin % 21.1’ini araştırma ve geliştirmeye ayırıyor.
En başarılı buluşların sahipleri
Öte yandan, Apple satış gelirlerinin sadece % 2.7’sini araştırma ve geliştirmeye ayırdığı halde, “iPad” sayesinde yaptığı icattan en büyük getiriyi elde edebiliyor. Facebook’un hâlâ halka açılmamış olması nedeniyle, bu şirketin verileri güvenilir sayılmıyor. Yine de, Facebook’un bu konuda çok büyük harcama yaptığı biliniyor.
2010 yılında, araştırma geliştirmeye ayrılan fonların artışı bazında bir sıralama yapılırsa, bilgisayar ve elektronik sanayi başta gidiyor. Onu, sağlık ve otomotiv sektörleri takip ediyor. Çin ve Hindistan’da araştırma ve geliştirme harcamaları 2010 yılında % 38.5 artmış. Bu konudaki dünya ortalaması, % 10.5. Türkiye, bu konuda hiç bir sıralamaya giremiyor.
Son aylarda, ABD’nin “yükseliş devri”ni tamamlayıp, “duraklama devri”ne girdiği yönünde, özellikle de ABD kökenli dış politika dergilerinde çok sayıda makale var. Avrupa’da da, doların egemenliğinin sona erebileceği, ABD’nin dış borçlarını ödeme kabiliyeti bulunmadığı, yabancıların ABD’yi ele geçireceği gibi konularda sayısız tartışma başlatılmış bulunuyor.
Geçen ayki Foreign Affairs dergisinde G. Packer, Amerika’da eşitsizliğin gittikçe arttığını, sosyal çürümenin başladığını, siyasi kutuplaşmaların büyüdüğünü, demokratik sistemin yozlaşmaya başladığını anlatıyordu. Bu ayki Foreign Policy dergisinde meşhur stratejist Z. Brzezinski, ABD çökerse dünyanın nasıl bir dengesizlikle karşılaşacağını ve ABD’nin yaratığı boşluğu doldurmak üzere hangi ülkelerin ne oranda devreye girebileceklerini anlatıyor.
Acımasız eleştiri
Gerçekten de, ABD’de iktidar partisinin daha önce hiç olmadığı ölçüde, sanki her yapılan kötü imiş gibi acımasızca eleştirildiğini görüyoruz. Haberlerin kalite ve standardı eskisi gibi değil; abartılı ve yönlendirilmiş haberler vatandaşların devlete olan güvenini zayıflatıyor. Orta sınıfın egemen olduğu, elitlerin kurumları ve ulusal çıkarları
Deprem ve tsunami sonrasında Japonya’daki Fukushima nükleer enerji santralinin sızıntı yapması, nükleer enerji kullanımının gerekli olup olmadığı konusunu yeniden tartışmaya açtı. Tartışmalara rağmen, dünyamızda her yıl 6-7 nükleer enerji santralı devreye alınıyor ve 60 civarında nükleer enerji santralının da inşası sürüyor. Çünkü, devletler hem nispeten ucuz ve temiz enerji kaynaklarına sahip olmak hem de enerji üretimlerini çeşitlendirmek peşindeler.
Dünyada her yıl 24 adet nükleer enerji santrali devreye sokulabilse bile, ancak 10 yılda mevcut enerji kullanımımızın yarısı kadar ilave enerji kaynağı elde edebileceğiz. Bu durum gerçekleşebilse, dünyadaki karbon dioksit salınımı % 3-4 oranında azalacak. % 3-4 oranı büyük gibi görünmese bile, alınacak diğer tedbirlerle karbon dioksit salınımının en azından artması önlenebilecek.
İnşa maliyeti büyük ama kârlı
Bir nükleer santralın planlanmasından, inşaatının bitirilmesine kadar geçecek süre, 10 yılı buluyor. 6-10 milyar dolar civarında maliyetlere ulaşan nükleer santraller, dünyanın hiçbir yerinde devlet yardımı olmadan yapılamıyor. Ancak, nükleer enerji santrallerinin hizmete girdikten sonraki masrafının, diğer enerji
İlaç Endüstrisi İşverenler Sendikası’nın “Boston Consulting”e hazırlattığı raporda, ilaç endüstrimizin girdiği darboğazdan nasıl çıkacağı anlatılıyor. Rapor incelendiğinde ilginç sonuçlar ortaya çıkıyor:
* Son 10 yılda, ortalama yaşam süremiz 1.9 yıl arttı. Ama, hâlâ bir Japon’dan ortalama 9 yıl daha az yaşıyoruz. Bizim yaşam süremiz artarken, diğer gelişmiş ülkelerde de bu süre yüzde 1-1.5 artmış bulunuyor. Yani, ara yavaş yavaş da olsa kapanıyor.
* 2002-2009 yılları arasında, 1000 kişiye düşen yatak sayısı 2.46’dan 2.71’e; doktor sayısı da 1.44’den 1.65’e yükseldi.
* Toplumdaki ortalama aşılanma oranı, 2000 yılında yüzde 79 iken, 2009’da yüzde 96’ya çıktı.
Dışa bağımlılık artıyor
Daha önce de anlatmaya çalıştığım gibi, Borsa temel göstergedir. Borsanın çıkmaya başlaması, yabancıların gelmeye başladığını gösteriyor. Yabancılar ve sıcak para gelmeye devam ettikçe, faizleri yükseltmeye gerek kalmayacak; döviz fiyatı dengesini bulacak; özelleştirmeler daha kolay yapılacak; dış borçlanma kolaylaşacak; enflasyon dizginlenebilecek ve işsizlik düşmeye başlayacak.
Avrupa ülkelerinin, ABD’nin ve IMF’nin Türkiye’den temel beklentisi, Türk Lirası’nın değerli durumunun korunması idi. Yani, 1 Dolar = 1.60-70 seviyesinin geçilmemesi idi. Merkez Bankamızın yaptığı operasyonlar sonucunda, yabancılar dövizlerini yüksek fiyattan bozdurma fırsatı elde ettiler ve Borsa’ya ilgi göstermeye başladılar. Zaten, bilançoların açıklanmaya başladığı bu dönemde, Türk şirketlerinin diğer ülke şirketleri ile olan karşılaştırılmalı kârlılığı göz kamaştırıyor.
Değer kayıpları eşitlendi
Rus Rublesi, Brezilya Reali ve Türk Lirası şimdi Kasım 2011 seviyelerine göre aynı oranda (yüzde 2-3) Dolar’a karşı değer kaybetmiş görünüyorlar. Yani, Türk Lirası yabancıların istediği seviyelerde. “Cari dış açık” rakamlarının da düşme eğilimine girmesi ve giderek düşmesi halinde, karşılaştığımız
- Kişilerin borçluluk oranı % 18.9’dan % 16.1’e indi.
- Şirketlerin borcunun Gayri Safi Milli Hasıla’ya oranı % 123’ten % 91’e düştü.
- Şirketlerin likit varlıklarının toplam varlıklarına oranı % 5’ten % 7’ye yükseldi.
- Şirketlerin faiz giderlerinin, nakit akışlarına oranı % 25’ten % 5’e düştü.
- Şirketler yabancı ülkelerdeki varlıklarını giderek artan bir oranda ülkelerine getirmeye başladılar.
- Bugünlerde ilan edilmeye başlanacak olan şirket bilançoları iyi gelecek.
Ancak;
İnsan vücudunun su ihtiyacı kadar, ekonomilerin likidite ihtiyacı var. Geçen yüzyılın en büyük ekonomi krizi sayılan 1930 krizi, büyük merkez bankalarının ellerindeki altın kadar para basmaları yani, karşılıksız para basmamaları nedeniyle büyüdü. Dünya ekonomisi ancak, İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu krizden çıkabildi. Ekonomistlerin araştırmaları, likidite ihtiyacının ekonomilerdeki önemini kanıtlayınca, merkez bankaları küçük çaplı krizleri para basarak atlatmayı öğrendi. Dolar, euro gibi dünya ticaretinde aracılık edebilen güçlü paralara sahip ülkelerin merkez bankaları yalnız kendi ülke ihtiyaçları için değil, başka ülkelerin ihtiyaçları için de para basmaya başladılar. Bu merkez bankalarının bastıkları karşılıksız para kadar diğer ülkelerden mal ve hizmet satın alabilme olanağı elde eden büyük ülkeler, gittikçe zenginleştiler.
Döviz likiditesi
Gelişmekte olan ülkeler ve paraları güçlü para sayılmayan ülkeler, olabildiğince yüksek miktarlarda döviz rezervi tutuyorlar. Güçlü paralar ve altın olarak tutulabilen döviz rezervleri, ülkeleri geçici döviz krizlerinden koruyabiliyor. Merkez bankaları kendilerinin basabildiği para olmayan döviz ile piyasalara sürekli
Sermaye Piyasası Kurulu (SPK), “kurumsal yönetim ilkeleri”nin uygulanmasını, sanki sadece, şirketlere bağımsız yönetim kurulu üyesi atanması olarak algılamış. 30 Aralık 2011 günü yayımladığı tebliğe göre:
* Borsa (İMKB)’ya açık şirketlerin yönetim kurulları, kendi içlerinde bir “aday gösterme komitesi” kurarak “bağımsız üye” ölçütlerini taşıyan kişileri Yönetim Kurulu’na bağımsız üye adayı olarak sunacaklar. Yönetim Kurulu, Genel Kurul toplantısından en az 60 gün önce atanılacak bağımsız üyeleri SPK’nın görüşüne sunacak. SPK, 30 gün içinde önerilen bağımsız üyeye itiraz etmez ise, adaylar Genel Kurul’un onayına sunulabilecek. Ancak, SPK’nın ses çıkarmaması, önerilen üyelerin bağımsız olduğunun bir kanıtı olarak da algılanılamıyor.
* Anlaşılan o ki, SPK bu denli geniş bir yetkiyi şirketlerin “bağımsız” yönetim kurulu üyelerini dolaylı olarak belirleme amacına yönelik biçimde kullanabilecek. Kısacası, “bağımsız” yönetim kurulu üyeleri atanırken yalnız teknik değil politik kararlar da söz konusu olabilecek. Yani, “bağımsız” üyeler, şirketlerden bağımsız ama SPK’ya “bağımlı” olabilecek. “Bağımsız” üyelerin güçleri çok yüksek olacağından, İMKB’de hisseleri alınıp satılan