Senaryolar, hikayeler birbirine benziyor serzenişlerini çok duyar olduk ya, benden de senaryo yazarı arkadaşlarıma naçizane bir dizi hikayesi önerisi…
Hikayenin geçtiği ülkenin kısa tarihi…
1980’lerin Özallı yıllarında yeni bir zengin kuşağı ortaya çıkmıştı. “Kıroyum ama para bende” sloganıyla hatırlarda kaldı. Mercedeslere binip, vites koluna tespih takarlardı. Parlak takım elbiselerini çeker, arabesk müzik eşliğinde kebap partileri yaparlardı.
İki göz gecekonduları yıkıp üzerine kaçak gecekondu apartmanlar yaparak zengin oldular. Her seçimde çıkan imar aflarıyla böyle yeni zenginler türedi.
Bu trend 1990’larda doruğa ulaştı. 2000’lere doğru onların çocukları kot giyindi, interneti keşfetti, kolejlere ve özel üniversitelere gidip modayı bitirdiler.
2000’li yıllarda ise başka bir zengin kuşağı dönemi geldi. 80’lerin gecekondu apartmanlarını yıkıp üzerine ‘rezidans’ yapan kentsel dönüşüm zenginleri. Evleri küçültüp, balkondan kazanmak için Fransız balkon modasını başlatan uyanık müteahhit kuşağı. Hani yollarda terör estiren, önüne otobüs duraklarını, duraklarda bekleyen insanları katan, freni patlamış, beton mikserleri var ya, işte dönemi en güzel anlatan bu
“Bir memleket gibidir gemi”… 1998 yılında Serdar Akar’ın yazıp yönettiği ‘Gemide’ filminin hatırlarda kalan sloganı bu. Yaşadığımız bu kötü günleri gördükçe hep bu slogan gelir aklıma. Pazar günkü vahşi saldırının arkasından da yine bu sözü hatırladım.
Sonra 1997 yılında, tüm zamanların en büyük gişesini yapan ‘Titanik’ filmi aklıma geldi. O zamana kadar yapılan en büyük gemiydi Titanik. Asla batmaz deniyordu ama bir buzdağına çarpıp okyanusa gömüldü. Tam bin 514 kişi öldü.
O zaman hâlâ ‘Önce kadınlarla çocuklar’a kurtulmak için öncelik veriliyordu.
İçinde soylular, köylüler, zenginler, yoksullar, farklı dinden, milliyetten insanlar vardı. Yoksullar en altta havasız kamaralarda, zenginler ise sarayı andıran şatafatlı kamaralardaydılar. Gemi batınca ne imtiyazlı sınıf kaldı, ne de kaybedecek bir şeyi olmayanlar.
Buzdağına hızla ilerleyen bir gemideyseniz, yolcular arasındaki sen - ben kavgası, gemiyi kim yönetecek tartışmaları anlamını yitirir. Hangi kamarada olduğunuz da. Kaptanın tarafında olmak da fayda etmez, karşısında da. Hatta kaptan olmak bile.
Türkiye’de dizi deyince ilk akla gelen isimlerden Tomris Giritlioğlu ile uzun ve keyifli bir sohbet etme fırsatı buldum. “Nereden nereye” diyerek hem unutamadığımız eski dizileri konuşarak nostalji yaptık hem de “Neden şimdi yine olmasın?” diye umutlanıp heyecanlandık. Şimdi yeni diziler hazırlamanın heyecanını yaşıyor, sektöre yeni adım atan bir genç gibi. Neler olduğunu yazamıyorum ama zaten hep birlikte görüp izleyeceğiz.
Sohbetimize de konu olan ve Giritlioğlu’nun yönetmen, yapımcı ve proje tasarımcı olarak altında imzası olan işlerin bazılarını bir hatırlayalım.
- ‘Hatırla Sevgili’: Biri Demokrat Partili, diğeri CHP’li iki aileye mensup gencin aşk hikayesi üzerinden Aydın Menderesli 1950’ler ve 27 Mayıs sonrası yılların Türkiye’si. Dünyayı ve Türkiye’yi sarsan 68 gençlik hareketini ve Deniz Gezmiş’i günümüz gençleriyle tanıştıran dizi diyebiliriz.
- ‘Bu Kalp Seni Unutur mu?’: 12 Eylül darbe süreci ve sonrasında yaşananlar dergi çalışanlarının hayatları üzerinden anlatılıyor. Diyarbakır Cezaevleri ve işkenceler ilk defa bir diziye konu olmuştu.
Bundan birkaç yıl öncesine kadar dizi yazarı, yönetmeni ya da herhangi bir çalışanı olduğunuzu söylediğinizde insanlar size saygı ve hayranlıkla bakar, bulmuşken meraklı sorular sorardı. Şimdi konu dizilere gelince, hemen olumsuz eleştirilere başlıyor, hatta alay ediyorlar. Sosyal medyada yorumlara baktığınızda da durum neredeyse aynı. Çok sevdikleri dizi dışında diğerlerine karşı acımasız eleştiriler, alaylar gırla gidiyor.
Oysa sektör önceki yıllara göre çok daha gelişti. Teknik imkanlar, yapım olanakları, maddi yatırımlar ve iş gücü açısından eskisiyle karşılaştırılamaz bile. Peki seyircimizi neden memnun edemiyoruz? Neden artık saygı duymuyorlar? Sektörün işine, birbirine saygısı kaldı mı ki, seyirciden bekleyebilsin?
Senaryo ve çekim hataları mı dersiniz, birbirine benzeyen hikayeler, inandırıcı bulunmayan sahneler mi dersiniz liste uzayıp gidiyor. Uzun dizi süreleri için uzun çalışma saatleri gerekiyor ve doğal olarak sürekli
hatalar yapılıyor.
Eskiden bir dizi tasarlanırken iyi senaryo, iyi bir ekip kurup, yapabileceğinin en iyisi yapılmaya çalışılırdı. Şimdi öyle mi? Dizi sektörü mahalle maçındaki gibi reyting topu nereye kaçarsa oraya doğru amaçsızca koşuyor.
İy
Show TV ‘Mayıs Kraliçesi’nden boşalan salı gününü yine bir Kore uyarlamasına ayırdı, ‘Kış Güneşi’. Bir cinayet, intikam ve çalınan hayat hikayesi. Entrika, sırlar, birbirinden koparılmış ve iki farklı hayat yaşan ikiz kardeşler. Mutsuz evlilikler, ihanetler... Yani neredeyse her şey var ‘Kış Güneşi’nde...
Endemol Shine’nın yapımcılığındaki dizinin yönetmeni ‘Ulan İstanbul’u başarıyla çeken Murat Onbul. Senaristler Ayça Mutlugil, Alev Toprakoğlu, Erkan Çıplak, Hale Çalap ve Tuba Bilir. Oyuncu kadrosu da oldukça iyi Şükrü Özyıldız, Aslı Enver, Şenay Gürler, Başak Parlak, Mahir Günşıray, Hakan Boyav, Hakan Gerçek, Mehmet Esen ve Okan Selvi…
Bir ekip, reji ve prodüksiyonla tempolu ve bol aksiyonlu bir birinci bölüm izledik. Yayın günü olan salı akşamı çok zor. ‘Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz’, ‘Survivor’, ‘Hayat Şarkısı’ ve ‘Aşk Yeniden’ gibi rakipleri var.
Senaryonun riskleri neler?
Çarşamba akşamı hem Ankara’daki terör saldırısı hem de Beşiktaş Mersin İ.Y maçı vardı. ‘Yüzde 100 Futbol’ programını sunan Gültekin Onay, açılışta saldırıyla ilgili üzüntüsünü anlatıp “Acı gün de olsa işimize devam etmek zorundayız” dedi. Maçı yorumlayacak olan Rıdvan Dilmen’in tavrı çok netti. “Terörün istediği hayatı durdurmak, bu tuzağa düşmeyelim ama 28 kişi ölmüşken futbol konuşamam, özür dilerim” şeklinde konuştu. Haber izlediği için maçı da doğru düzgün izleyememişti ve bence en çarpıcı sözü şuydu: “Ben ekran karşısında olsam ikimize de küfrederim. Ateş düştüğü yeri yakar olmamalı.”
Gültekin Onay, “Reklam arası verelim sonra da maçla ilgili yorumları toparlayalım” dese de Rıdvan Dilmen kesinlikle futbol konuşmayacağını söyledi. Gözümüzü kulağımızı kapatarak ölümleri durduramayız, terörü bitiremeyiz. “Terörün işine geliyor, hayat devam etsin” demek, ölümler varken hiçbir şey olmamış gibi davranmak demek değil. Bence Rıdvan Dilmen hepimize anlamlı bir televizyonculuk dersi verdi.
SICAK ‘AİLE İŞİ’ SEVENLERE
ATV’nin yeni dizisi ‘Aile İşi’ bugünlerde pek yer bulamayan tür olan bir komedi dizisi. Kaza sonucu bütün ailesini kaybeden küçük bir kız hafızasını kaybeder. Ona ailesini
Derya ve Hakan bir türlü doğru düzgün ilişkiler kuramamış, sıkıştıkça birbirlerine derman olan iki dost. Kötü söz yazarı Hakan, gecelik ilişkiler, içki, yalnızlık sarmalında tükenmek üzere. Evliliğin, düzenli ilişkilerin insana pranga olduğunu düşünüp yalnızlığı seçmiş. Derya ise etrafındaki kötü ilişkilerin etkisinden belki ‘istemese’ de yalnız.
Evlenmek istemeyip çocuk sahibi olmayı isteyen bu iki arkadaş yine birbirlerinin yarasına merhem oluyor. Hakan, arkadaşı Derya’ya bir teklifte bulunuyor. “Madem kimseyle evlenmiyoruz, gel birlikte çocuk yapalım. Formalite bir evlilik olacak, herkes bizi gerçek evli sanacak ama biz yine eskisi gibi dost kalacağız.” İşte arkadaş kokusunun, evlat kokusuna döneceği yolculuk böyle başlıyor. Yoldaş ise sevgili kokusu oluyor.
Senarist Uğur Yağcıoğlu, modern ilişkiler üzerine okuyan, yazıp çizen, kafa patlatan ve sonrasında kafa karışıklığıyla baş başa yaşayan şehirli insanların komik - romantik trajedisini başarıyla anlatmış. Film, günümüzün ‘marjinal’lerinin aşk, evlilik ve aile üzerine neler düşündüğünü, neler yaşadığını sıkmadan oldukça derinlikli işlemiş. Kelime oyunlarıyla edebi tatta, sosyal bilimci gibi analizlerle. Romantik komedi gibi
Türkiye Kurumsal Sosyal Sorumluluk Derneği’nin yaptırdığı bir araştırmanın sonuçları açıklandı bu hafta. İnsanların yüzde 75’ten fazlası başka bir partiden biriyle ne dünür olmak istiyor ne de komşu.
Bu ülke çok çatışma, siyasal ayrılık yaşadı ama böylesi görülmedi. Farklı kesimlerin bir araya gelip, uygar bir şekilde konuşabileceği mecralara ihtiyacımız var, yani ‘Siyaset Meydanı’ gibi programlara. Bu hafta Milliyet’te Sina Koloğlu da yazdı, böyle programları “Mumla arar olduk” diye.
Tartışma programlarında hep siyasetçiler, gazeteciler ve aynı yüzler var. Ülkenin meseleleriyle ilgili zaten bir çıkmazdayız. Farklı bakış açılarının tartışılmasına ihtiyaç yok mu? Mesela ben Kürt meselesiyle ilgili olarak bir işçinin, doktorun ya da bir ev hanımının, yeni anayasayla ilgili olarak bir öğretmenin, memurun, işsiz bir gencin ne düşündüğünü görmek isterim. Sonuçta her şey seçimle belirleniyor ve en çok oyu olan bu kesimler. Kararı onlar veriyor ama fikirleri pek sorulmuyor gibi.
Yeni ‘Siyaset Meydanı’nı en iyi kim yapar?
Haber sunumu itibarıyla buna en yakın kişi Fatih Portakal. En çok izlenen ana haber sunucusu, dizileri bile alt ediyor reytinglerde. Rakiplerinden daha