Sezin Sivri

Sezin Sivri

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

40’lı yaşlarıma yaklaşırken ancak öğrenebildim kaderimi sevmeyi. Öncesinde inşallah, umarım, kısmetse türünden laflara dahi kızardım.
Hayatı akışına göre karşılayıp yaşamaktansa hayat benim çizdiğim akışta ilerlesin isterdim, içten içe.
Oscar Wilde’ın güzel bir sözü vardır; “İnsanların yüzde 90’ı yaşamazlar, sadece vardırlar” der. Ben de ona hak verir, birçok insan, yaşamın tehlikelerini göze almaktansa yaşama taklidi yaparak ölmeyi bekliyor diye düşünür, onlardan olmamak için elimden geleni yapardım.

Ne kadar Nietzsche hayranı olsam da olanı kabullenmeye, sevmeye gönlüm razı gelmezdi bir türlü. Nietzsche’nin Amor Fati yani ‘Kaderini Sev’ felsefesinin anlamını bilsem de henüz o olgunluğa erişemediğim için okuduğumla kalır, boş yere acı çekerdim.
Yazgıya teslim olmaktan değil, zorunlu olanı kabullenme özgürlüğünü seçebilecek bilince ulaşmaktan bahsediyorum.
Bunu anlatmanın en iyi yolu da Nietzsche’nin “Kaderini sev, belki seninki en iyisidir...’ hikâyesini aktarmak sanırım.

‘Deniz kıyısında bir ihtiyar taşçı kayayı yontmaktadır.
Güneş, onu yakıp kavurur.
O da Tanrı’ya yakarır, keşke güneş olsaydım diye.
“Ol” der Tanrı. Güneş oluverir.
Fakat bulutlar gelir örter güneşi, hükmü kalmaz.
Bulut olmak ister. “Ol” der Tanrı. Bulut olur.
Rüzgâr alır götürür bulutu, rüzgârın oyuncağı olur.
Rüzgâr olmak ister bu kez. Ona da “Ol” der Tanrı.
Rüzgâr her yere egemen olur, fırtına olur, kasırga olur.
Her şey karşısında eğilir.
Tam keyfi yerindeyken koca bir kayaya rastlar.
Ordan eser, burdan eser; kaya bana mısın demez!
Tanrı, kaya olmasına da izin verir.
Dimdik ve güçlü durmaktadır artık dünyaya karşı...
Sırtında bir acıyla uyanır...
Bir ihtiyar taşçı, kayayı yontmaktadır.’

Nietzsche’nin ‘Kaderini sev/yazgını sev’i, dinsel ya da mistik anlamıyla başına gelen her şeyi kabullenmek anlamına gelmiyor. Her şeye rağmen “Bu muydu hayat?” diyebilmek aslında. Tüm zorluklara rağmen bir gün başarmanın mümkün olabileceğini bilip isyan etmemek, en kötü hastalıklara rağmen sağlığına kavuşabileceğinin mümkün olabilmesini sevmek diyebiliriz. Kendimizin seçtiğini sandığımız yolda yürümek değil, gerçekten kendi yolumuzda, yürüdüğümüz yolda yürümektir. Hem de her şeye rağmen...
Bir sihirli değnek olsaydı ve istediklerimiz gerçekleştiğinde nasıl bir hayatımız olabileceğini gösterseydi, belki istediklerimizin gerçekleşmesini istemeyecektik. Tıpkı az önce okuduğunuz hikâyede olduğu gibi.
Bazen hayatlarından, rollerinden şikâyet eden insanlar görüyorum. Kimi haklı ama bunu değiştirmek için bir şey yapmıyorlar, her şey kendiliğinden olsun istiyorlar.
Kiminin bu şikâyeti ise hayatının ve hayattaki rolünün kıymetini bilemeyişinden kaynaklanıyor. Böylelerini bir kenara çekip yaşamı ve onun sana getirdiklerini sev, karşına çıkan iyi-kötü tüm olgularla olduğu gibi yüzleş ve davranışlarına ona göre şekil ver demek geliyor içimden.
Ya da Nietzsche kitaplarıyla tanıştırmak, o ağır gelecek olursa Byron Katie’nin ‘Olanı Sevmek’ kitabını okutmak istiyorum.

Sen nasıl oldu da okuyup bildiğin halde, 40’larına kadar bunu uygulayamazken şimdilerde yapabilmeye başladın, diyecek olursanız.
Everest Dağı’na tırmanan ilk insan Edmund Hillary’nin bir sözüyle özetleyeyim: “Ben dağları değil, kendimi fethettim.”
Hepinize, kaderinizi sevebilme gücü ve kendinizi fethedeceğiniz günler diliyorum.