En son ‘Affetmenin Alacakaranlığı’ yazımdan sonra isyan mailleri, mesajları aldım.
“Affediyoruz da ne oluyor, bundan ders çıkarmak yerine aynı davranışlara devam ediyorlar” diyenler oldu.
O nedenle bu hafta ‘Affetmek ne değildir?’ üzerine yazmaya karar verdim.
İsterseniz bu yazıyı okurken arka fonda Beyaz Kelebekler’den “Affetmem” şarkısını dinleyebilirsiniz.
Öncelikle şunu söylemeliyim ki affetmek ne unutmaktır, ne inkar etmek, ne mazur görmek, ne uzlaşmak, ne de bağışladığınızı söylemektir.
Unutmuş olsanız affetmeniz söz konusu olmazdı zaten. Affettikten sonrada unutmaya çalışmanız gerekmez.
Geçtiğimiz hafta bir istisna yapıp affetmek ile ilgili bir yazı dizisi hazırlayacağımı duyurmuş, sizi benimle birlikte birkaç haftalık affetme yolculuğuna çıkamaya davet etmiştim.
Yazı dizimin ilk başlığı “Affetmek Ne Demek?” olmalıydı belki ama onun yerine “Affetmenin Alacakaranlığı” olarak atmaya karar verdim.
Neden alacakaranlık dediğime gelecek olursam.Alacakaranlık, güneşin doğmasına yakın beliren, doğmasından az önceki ya da batmasına yakın görülen, batmasından az sonraki yarı aydınlık hale verilen isimdir.
Affetme konusu anlatabilmek için onu en iyi tanımlayan şeyin bir alacakaranlık durumu olduğunun fark edilmesi olduğunu düşünüyorum.
Affetmek güneşin doğuşunu, affetmemek karanlığı seçmekten ibaret bir alacakaranlık halidir.
Ya affederek iyileşmeyi, özgürleşmeyi, gelişimi, öğrenmeyi, huzuru ve mutluluğu seçersiniz. Ya da affetmeyerek negatif duygular içinde açılarla yaşamayı, bir şeylere takılı kalıp tutsak yaşamayı, intikam ve nefret duygusunun sizi ve diğerlerini yakmasını, yargılayıcı bir bakış açısı ile huzursuz, endişeli ve mutsuz yaşamayı seçersiniz. Koşullar ne olursa solsun seçim daima sizindir.
***
“Affetmek”, “bağışlamak” ile eşanlamlı kullanılsa da aslında ben aslında b
Affetmek ve affedilmek hakkında yazmaya karar verdiğim andan beri düşünüyorum da düşünüyorum. Girdap gibi içine çekiyor beni, derin bir konu ne de olsa ve öyle çok boyutu var ki! Çok iyi biliyorum, kendimden de biliyorum, bu konularda yarası olmayanımız yok. Baktım yazacaklarımı bir köşe yazısına sığdırmam mümkün olmayacak, ben de affetmekle ilgili bir yazı dizisi hazırlayayım dedim.
Sezen Aksu’nun da şarkısında dediği gibi “Yaralı tepeden tırnağa herkes yaralı, alışılmıyor acıya; yok kaidesi kuralı! Hepimizin canı acıyor ve bir türlü bu konuyu aşamıyoruz, ama aynı dertten mustarip eşe dosta Nilüfer’in şarkısındaki gibi “Unut gitsin” diyerek akıl verdiğimiz çok oluyor. Kimisi var ki sanki Mehmet Erdem’in “Acıyı sevmek olur mu?” şarkısındaki gibi bu durumdan besleniyor sanki. Kimisi deseniz ‘intikam’ peşinde, fırsat kollamaktan kendi hayatını ıskalıyor.
Duyguları olduğundan daha yoğun, daha karanlık, daha yıkıcı hale getirmeye yatkın olan, acıların çocuğu kıvamında yaşayanımız çok maalesef. Kimimiz kendimizi affedemiyoruz, kimimiz başkalarını. Kimimiz toplum baskısı yüzünden yaşadıklarımızı, kimimiz kaderimizi.Kendimizi sevmek, kendimizle barışmak ve dersimizi almak konusunda da
Yönetici koçluğu ve yönetim danışmalığı yapıyor, liderlik eğitimleri veriyorum. Uzmanlık alanım için kısaca liderlik diyebiliriz. Ve ben inanıyorum ki iyi yetiştirilmiş her çocuk büyük oranda lider olma potansiyeli taşır ve liderliğin temellerini ilk anneler atar.
Elbette doğuştan getirdiğimiz kişilik özelliklerimiz bazı liderlik fonksiyonlarını daha rahat veya daha zor hayata geçirmemize neden olur.
Ama şu bir gerçek ki, liderlik bir yetenek değil, bir yetkinlik olduğu için herkes liderlik özelliklerini geliştirebilir. İşte annelerin rolü tam da burada başlar.
Çünkü bir çocuğun gördüğü, yakından tanıdığı ilk lider annesidir. Hem annesinin liderlik etme tarzını rol model alır hem de çocukken özellikle annesi tarafından kendisine söylenen ve öğretilmeye çalışılan pek çok şey aslında nasıl iyi bir lider olabileceği konusunda yol gösterici niteliğindedir.
***
Çocukken bize söyledikleri sözleri hatırlayalım, bakalım annelerimiz liderliğin temellerini nasıl atıyorlarmış?
Annelerin ilk öğrettikleri cümlelerin başında teşekkür etmek gelir. Teşekkür etmek, iş hayatının olmazsa olmazlarından biridir. Takdir ve geri bildirim yetkinliklerinin bazıdır.
Annelerin sıklıkla öğütledikleri bir diğer ş
Siz, siz olun, kadınların fabrika ayarlarıyla oynamayın. Hatta mümkünse, kimsenin fabrika ayarlarıyla oynamayın.
Sadece kocalara, erkek arkadaşlara, sevgililere seslenmiyorum; herkese diyorum. El birliğiyle, adım adım ilerleyerek cinnet getiren bir dişi topluluğu yaratıyorsunuz, yaratıyoruz. Ve en kötüsü de geri dönüşü yok bu erozyonun. Öylece kalakalıyor elimizde bu kadınlar. Onlara cinnet geçirtirken, siz de kendinizden oluyorsunuz. Sonuç ortada, cümleten mutsuzuz.
Son günlerde etrafımda farklı yaş, ebat ve kariyerde, keskin sirke modunda onlarca kadın görüyorum. Kimi bakın ayrılmadık, bu koca hâlâ benim diyor. Kimi ne kadar mutluyuz pozları vermek için onlarca şekle giriyor. Kimi ihtiraslarını çocukları üzerinden gerçekleştirme peşinde, kendilerine evlatlarından duygusal koca edinmiş durumda. Kimi başarı, zenginlik, güzellik kisvesine bürünmüş, maçı öyle götürmeye çalışıyor.
Sonuçta; kimse gerçekten kendi değil, çoğu mutsuz ve neşesiz, ‘mış’ gibi yaparak hayatta kalmaya çalışıyor. Her şey aslında zoraki yapılıyor. Gülümsemelerinde kocaman yaralar var.
Daha küçücük bir kız iken başlıyor süreç. Sonra, hem baş tacı edilen hem de çifte standart uygulanan cinsel kimliğini keşfetmeye
Geçen cuma günü, Lojistik 4.0 Konferansı’nın hemen ardından Dokuz Eylül Üniversitesi Denizcilik Fakültesi Lojistik Yönetimi Bölümü öncülüğünde, DEPARK tarafından düzenlenen Lojistik 4.0 İdeathonu’nda mentör olarak yer aldım.
İdeathon da ne demek derseniz? Bir sektör ya da marka için belirlenen ya da serbest akışlı konu seçimi ile fikirlerin ‘sıra dışı iş modelleri’ ve ‘girişimlere’ dönüşebilmesi için, mentörlerin katkısıyla zamana karşı geliştirilebildiği, açık inovasyon ortamlarında sürdürülen yarışma türüne ‘ideathon’ deniyor. Hayatımın en keyifli mentörlüğünü ve en heyecanlı jüri üyeliğini lojistik sektörünün geleceğine dair sıra dışı iş fikirleri ve yenilikçi, teknoloji tabanlı çözümlerin geliştirildiği Lojistik 4.0 fikir maratonunda yaptım diyebilirim.
Hazır girişimciliğe dair mentörlük yapmışken de köşeme bu konuyu taşıyayım istedim. Ne de olsa mentör olmamın yanı sıra deneyimli bir girişimci; yani birkaç girişimini batırmış, birkaçında da başarılı olmuş bir girişimciyim.
Vaz-ge-çil-me-me-li!
Gelelim girişimcilerin başarısızlık ya da yerinde saymamaları için yapmamaları gerekenlere:
Kısıtlı iş imkânları: Bütün güzel fikirler bile etkili işlere dönüşemeyebilir. Ürünün veya
Bir tarafta, dünya atletizm tarihini değiştiren ve 5 Ağustos 2017 akşamı son yarışıyla kariyerine son vereceğini daha önce açıklayan bir rekortmen Usain Bolt... Diğer tarafta, kariyeri ona kaybetmekle geçmiş, ondan 5 yaş daha yaşlı Justin Gatlin... 9.72 koşarak dünya rekorunu kırdığı 31 Mayıs 2008’den beri dünyanın en hızlı atleti olan Jamaikalı Usain Bolt, arka arkaya hegemonya kurduğu üç olimpiyat oyunuyla birlikte tarihin en iyisi olmayı da başarmıştı. Ama kariyerinin son bireysel yarışında ABD’li Justin Gatlin’e geçildi ve emekliliği öncesi beklenmeyen büyük bir yenilgi tattı. Uzun süredir unuttuğu bu duygu, yani ‘kaybetmek’ onu bulduğunda ise Bolt bambaşka bir manzarayla karşılaştı.
Kazandığına inanamadan yere atlayan Gatlin, o an kendisini tebrik etmeye gelen Jamaikalı rakibinin önünde eğildi ve saygı duruşunda bulundu. Bolt, o günün en iyisi olan rakibini kutlamaya giderken bir kez daha tarihin en iyisi olduğu gerçeğiyle baş başa kalmıştı.
Gatlin’le yaşadığı o andan sonra tribünler de saygı duruşuna katıldı, ‘Bolt, Bolt, Bolt’ tezahüratı yaptılar. Tam efsane bitti derken kazanan Gatlin, bu manzaraya imza atarak, herkese şu mesajı verdi: “Efsaneler ölmez!” Müthiş bir geceydi,
Şu aralar yoğun bir şekilde yeni nesil liderlik eğitimleri hazırlama telaşındayken, hayat karşıma hep zaman yönetimi eğitimi isteyenleri getirip beni şaşırtmaya devam ediyor. Hemen hemen her danışanımın ya da kurumsal müşterilerimin, şirketlerin dönüp dolaşıp ‘zaman yönetimi’ konusuna takılmasına artık ben bile bozulmaya başladım. Sonra bu konuda daha derinlere inmem gerektiğine karar verdim. ‘Zamanın efendisi’ olamamamızın altında yatan asıl neden ne olabilirdi? Bu sorunun cevabı çok açık: Zaman yönetimini bilmediğimizden değil, ‘bolluk paradoksu’ yaşadığımız için zorlanıyoruz.
Seçeneklerimizin çok oluşu elbette kötü bir şey değil. Alternatiflerimizin olması, bizi özgürleştiren bir unsur. Ta ki her konuda tüketileni sadeleştirmek yerine çoğaltmaya yönelip tüm bunların içinde boğulana kadar! Hayat, yaşam süremize sığdıramayacağımız çeşitlilikler sunuyor ve her birine aynı anda sahip olmaya çalışıyor, hepsine yetişmeye çalışıyoruz. Bu nedenle de günlük kararlarımız, her geçen gün daha karmaşık hale geliyor.
Seçeneklerimiz, buna bağlı olarak yakamızı bırakmayan olasılıklarımız, bu olasılıkların içinde karar vermemiz gereken konular ve bunun sonucunda da yetişmemiz/yetmemiz beklenen şey