Çevrenizde birçok alanda sizden ya da çevrenizdekilerden çok daha iyi olan insanlar vardır. Kimi daha başarılıdır, kimi daha yetenekli, kimi daha güzel, kimi daha zengin... Ve insanoğlu ister istemez kendini diğerleriyle kıyaslar. Kıyasladığı alan, benliği için önemli bir alansa, bu kıyaslama sonucunda diğerinin üstün olması yüzünden kendini yetersiz görüp kötü hissedebilir. Bu gibi durumlarda yaşanan duygunun adı ‘haset’tir. Araştırmacılar buna, yani diğer bir kişinin daha fazla başarı, avantaj, marifet ya da mülkiyete sahip olmasından dolayı, kişinin memnuniyetsizlik yaşamasıyla ortaya çıkan duyguya ‘sosyal kıyaslama kıskançlığı’ derler. Kıskançlık ile haset farklı duygular olsa da, bu duygular bazen kol kola gezip birlikte eşzamanlı olarak deneyimlendikleri için birbirine karıştırılır. Sosyal kıyaslama kıskançlığının olumlu ve olumsuz olmak üzere iki türü vardır. Olumlu türü, iyi niyetli olanı hayranlığa daha yakın bir duygudur. Diğerinin sahip olduğu şeylere sahip olmak için daha fazla çalışmayı teşvik eder. Olumsuz türü, kötü niyetli olanda ise kişi, diğer kişiyle arasındaki farkı, onun seviyesine ulaşarak değil, diğer kişiyi kendi seviyesine çekerek kapatmaya çalışır.
Gele
Beni her gün bir parça delirten şeyin aptallıklardan ibaret olduğunu görüyorum. Çok kolay ve sıradan işlerin aptallıklar yüzünden bir kabusa dönüşmesi beni çıldırtıyor. Yaşanan kaosların temeline baktığımda sık sık aptalca hataların bunlara neden olduğunu fark ediyorum. Üstelik pek çok kilit noktada bir aptalın oturduğu gerçeği ile de karşı karşıya kalıyorum. Bu kadar zeki, yetenekli, iş bitirici insan varken aptal insanların nasıl oluyor da bu pozisyonlara geldiğine ve bunca aptallıkla nasıl yaşamlarını idame ettirdiklerine şaşıyor-dum. Ta ki ünlü İtalyan Tarihçi Carlo M.Cipolla’nun ortağa attığı aptallığın her ülkede geçerli temel ve evrensel yasaları olduğunu öğrenene kadar.
Aslına bakarsanız bilimsel araştırmaların meraklısı olan ben, bu sefer size bilimsel bir araştırmaya dayanmayan “Aptallığın Temel Yasaları”ndan bahsedeceğim. Çünkü muzip bir kişiliğe sahip tarihçi Carlo M.Cipolla’nun nerdeyse bilimsel bir makaleymiş gibi kaleme aldığı “Aptallığın Temel Yasaları ve Faydaları ” konusunda kendisine hak vermeden edemiyorum. Üstelik bu sayede kimi “aptal insan” olarak tanımlayacağımız ve hangi eylemini “aptallık” olarak nitelendirip nitelendiremeyeceğimiz konusunda açık seçik
Kanada’dan sürgün edilmiş bir baba. Öğretmen bir anne. Yıl 1847...
Amerikan taşrası Ohaio’da bir bebek doğuyor. Evin yedinci çocuğu. Ona amcasının ismi Thomas veriliyor. İkinci isim olarak da Alva...
Thomas, çok meraklı bir çocuktur. Sürekli etrafta bulduğu oyuncaklarla deneyler yapar. Bir gün annesine ‘civcivlerin nasıl ortaya çıktığını’ sorar. Annesi, kuluçkayı tarif eder. Birkaç gün sonra Thomas ortadan kaybolur. Aradıklarında, ahırda birkaç yumurtanın üzerine oturmuş, onlardan civciv çıkarmaya çalışmaktadır! Thomas’ın diğer çocuklardan farkı, ilginç sorular sormaktan öte, sorularının cevaplarını bulmak için deneyler de yapmasıydı. Onun bu deneyci merakı, sık sık başını belaya sokmuyor da değildi. 6 yalındayken bu küçük deneylerinden birinde, babasının ambarını yakıp küle çevirmişti! Bu olaydan sonra keskin merakı kasabada efsane haline gelmişti!
Okul zamanı geldiğinde, büyük bir merakla hayatının yeni dönemine hazırdır. Yeni şeyler öğrenecek, yeni insanlar tanıyacak, yeni deneyler yapacaktır. Öğrenmek maceradır onun beyninde. Okula yazılmasıyla, bu hayalleri derin bir hayal kırıklığına dönüşür. Bir sırada oturup, pasif bir şekilde ilgi duymadığı şeyleri dilemesi istenmektedir.
Uzun yıllardır birkaç konuya odaklı sorular, mailler, mesajlar alıyorum. Fark ettim ki çoğu hayatın nasıl algılanması gerektiğine ve yaşanmasına dair temel meselelere dayanıyor. Madem öyle bu haftalık o konular ile ilgili ve felsefisini anlatan bir yazı kaleme almaya karar verdim. Bir kaza sonucu ya da tesadüf de diyebiliriz var olmadığımıza inanıyorum. Burada olmamızın, var olmamızın bir amacı ve bize ihtiyacı var. Ben olmadan, siz olmadan varoluşta bir eksiklik olurdu ve kimse bunu tamamlayamazdı. Başka hiç kimsenin ya da hiçbir şeyin dolduramayacağı küçük bir boşluğu işgal ediyoruz. Bu bize olağanüstü bir coşku vermeli. Varoluş ile bağlantıda olduğumuz ve önemli olduğumuz bizim için başlı başına bir doygunluk kaynağı olmalı. Bizler kişisel gündemlerimiz peşinde koşarken bunu hep unutuyoruz ve ihtiyacımız olanı elde etmek için savaşmamız gerektiğine inanıyoruz. Oysa nihai olarak ayrı olduğumuz duygusu sadece bir yanılsama ve tüm evren bizim evimiz. Nerede olursak olalım kendimizi evimize hissettiğimizde ve kendi varlığımızı yaşatmamıza izin verdiğimizde hayatın tadı çıkarmaya ve anlamaya başlıyoruz.
İki ağacı bir biri ile karşılaştırın, mesela çınar ağacı ile bambu
Biliyorum yaz biterken, güneş etkisini azaltırken hepimizin içini bir hüzün kapladı. Bitmeyen yaz yapsalar ne güzel olurdu, ama bitiyor işte. Zaten hep devam etse, yani hep yaz olsa, bitmeyen bir tatilimiz olsa, üzerimizde böyle pozitif bir etkisi de olamazdı muhtemelen. Tabii yazın bitmesi bir yana, asıl oturduğumuz sandalyeyi durmadan sarsan, bize durmadan deprem etkisi yaratan, içinde bulunduğumuz şiddetli ekonomik kriz var. Diğer sorunlarımız şöyle dursun, bu bile başlı başına yeterli bir sebep depresif olmamız için diyebilirsiniz, ama bunlar mutlu olmaya bir engel değil aslında.
Danimarka, yıllardır mutluluk anketlerinde ilk sıralarda yer alıyor. Danimarka’yı hiç görmediyseniz veya bu ülke hakkında hiçbir bilginiz yoksa, yılın sadece 3 ayında gün ışığı gören bu soğuk ülkenin insanlarının mutsuz ve depresif olduklarını düşünebilirsiniz. Ama değiller. Bitmeyen yaz yapsınlar gibi bahanelere takılmadan, çok basit yöntemlerle mutlu olmayı başarabiliyorlar. Mutluluk sırları ise, aslında çok eskilere dayanan bir felsefe olan ‘hygge’...
Danimarka dilinde ‘hügah’ şeklinde telaffuz edilen ve “Hayatın içindeki küçük, naif ve ulaşılabilir şeylerle mutlu olma sanatı” olarak
Dehşet ve acı verici anların ardından gelir ‘küllerinden doğma gücü ’... Şiddeti en büyük doğum sancısı gibidir. Önce canın yanar, hatta can çekişirsin. Canlı bir cenaze olmak ile cevhere dönüşmek arasında gidip gelenlerin karanlığın uçundaki ışığı keşfetmesidir. Harikalar diyarına açılan büyük bir kara deliktir. Ya o kara deliğe atlar, tüm korkularına meydan okursun ya da canlı cenaze olarak yaşıyormuş gibi yapmaya devam edersin.
Küllerinden doğmanın ilk şartı; korkmaktan korkmayacak kadar korkusuz olmaktır. Ardından hummalı bir temizlik harekâtına girişirsin. Kendinden, acılarından, seni yeniden doğmaktan alıkoyan çaresizlik inançlarından kurtulursun. Kendi kurtuluş savaşını başlatırsın. Tırnaklarınla kazıyacağın, bileklerinden aşağı süzülen kanların umurunda olmayacağı bir dönem başlar. İyi, güzel ve gerçek olana ulaşabilmek adına her şeye başkaldırabilenlerin serüvenidir küllerinden doğmak. Cesaret gerektirir. Korkuyu ve endişeyi güce dönüştürürsün.
İçi boş bir inanç olmayacak ya da kolaycılığa kaçılamayacak kadar zor ve tehlikeli bir hesaplaşmadır! Kendisi için yas tutanlara gülenlerin, kendine en hoyrat olanların zorunlu bir yol haritasıdır. Tepetaklak olmuşların, derin
Rock müzik severlere, festival sevenlere, gerçek anlamda bir festival özlemi çekenlere, yurt dışındaki festivaller gibi bir festival bizim ülkemizde de olsa diyenlere güzel bir haberim var. Beklediğimiz festival, 6-9 Eylül günleri arasında Pamucak sahilinde düzenleniyor. Rock’N Burger Konsept Festivali’nin ilki için kollar sıvanmış durumda.
Katılımcılarının sıra dışı stilleriyle moda dünyasına dahi ilham veren Burning Man Festivali’ni duymuşsunuzdur. Dünyanın hemen hemen ülkesinde İnstagram’ı yıkıp geçen, sosyal medya akışlarını etkisi altına alan, ünlülerin akın ettiği Burning Man’in bir benzeri, bize uyarlanmış hali diyelim, rock müziğin starları ve gurme lezzetleri birleştirerek gerçekleştirilmek üzere.
RockN Burger; girişimci bir doktor (Kayhan Tuğrul) ile bilgisayar mühendisinin (Halil Zurnacı) hayal edip kendi bulamadıkları ve aradıkları mekânı kurma isteğiyle doğmuş bir restoran. Festivale uzanan yol ise markanın misafirleri ile olan ilişkisine dayanıyor. Gelen yoğun istekler üzerine konforlu ve kaliteli bir konsept festival yapma hayaliyle yola çıkmışlar. Tüm hazırlıkları bir doktor ve bir bilgisayar mühendisi titizliğiyle yapıyorlar. Klasik rock festivallerinden farklı
Ekonomi modeli, eğitim sistemi tasarımı falan denince aklıma hep ‘10 bin saat kural’ geliyor. Nedir bu on bin saat kuralı? diyecek olursanız... Kitapları milyonlar satan ve Time Dergisi tarafından ‘Dünyanın En Etkili 100 İnsanı’ndan biri seçilen Malcolm Gladwell’ın Outliers yani Sıradışı İnsanlar kitabında bahsettiği önemli bir kavram diyerek konuya giriş yapayım. Kavrama açıklık getirdikten sonra konuyu sonra siyasete, ekonomi ve eğitim politikalarına çözüm getirmeye bağlayacağım.
Malcolm Gladwell, başarılı insanları araştırdığında 10 bin saat kuralını keşfetmiş. John Calvin Maxwell’in “Hiçbir başarı tesadüf değildir sadece gerekenleri yapanlar başaracaktır” sözünü kanıtlarcasına Malcolm Gladwell de başarılı insanların hepsinin bulundukları noktaya gelmek için en az 10 bin saat çalıştıklarını, pratik yaptıklarını söylüyor.
Örneğin, Bill Gates Microsoft’u kurmadan önce evlerinin yakınındaki bir lisede, tam 10 bin saat programlama yapmış. Hatta kendisine gündüz izin verilmediği için bilgisayar laboratuvarına gece giriyor ve sabaha kadar çalışıyormuş. Aynı şekilde Apple’ın kurucusu Steve Jobs 10 bin saat programlama yapmış. The Beatles grubu, ünlü olmadan önce 10 bin saat pratik