Ey insanoğlu, (kadın-erkek fark etmeksizin) Dünya Kadınlar Günü’nüz kutlu olsun. “Her güçlü, başarılı ya da mutlu erkeğin arkasında bir kadın vardır” sözünü bilmeyeniniz yoktur sanırım. Bence tam tersi de doğru, her başarısız, egosunun kurbanı, zalim, bencil ya da şiddet uygulayan vs. erkeğin de arkasında bir kadın var. Bu kadın ya da kadınlar; bazen annesi, bazen kız kardeşi, bazen kız evladı, bazen unutamadığı bir aşkı ya da eşidir. Bazen de hepsi birden. Bu saydığım kadınların bazısı pozitif anlamda dokunmuştur hayatına, bazısı unutamayacağı negatif tetiklemelerle dokunmuş ve dönüştürmüştür erkeği. O nedenle Dünya Kadınlar Günü’nü kutlarken erkeğe değinmeden edemedim.
Ben lafı fazla uzatmadan sözü Ahmet Altan’a bırakmak ve çok sevdiğim, “Bir Kadın Değil, Bir Hayat Seçersiniz” yazısını paylaşmak istiyorum. Bakalım erkekler kadınlardan nasıl etkileniyormuş…
Bir erkeğin düşünsel yeteneği, estetik birikimleri ne olursa olsun, hayatta durduğu kat, içine doğduğu kattır, tanıdığı İlk
Bugün yazdıklarım pek hoşunuza gitmeyebilir. İçinde bulunduğumuz konjonktürde bir köşe yazısı kıvamında okumaya alışkın olduğunuz tarzın dışında yazdım. Bir köşe yazarından beklenen sivri dilden, keskin çıkışlardan uzak. Köşemi negatif duygularla dolu satırlara boğarak tüm bu olumsuz duyguları iyice güçlendirmek ve kimseyi galeyana getirmek istemiyorum. Sanılanın aksini duyarsız olmaktan değil daha derinlerde bir duyarlılıktan kaynaklıyor böyle tepki vermeyi tercih edişim. Nedenine gelince.
Kimin neyi, ne için istediğini, aşağı yukarı yaptığını biliyoruz. Eskisi gibi kör sağır, dilsiz zamanlarda değiliz. Anlamak isteyen için, görmek isteyen için her şey ortada! Ne arzulanıyor ne planlanıyor yüzde yüz kestiremesek de elde edilmek istenenlerin çıkarlara hizmet eden şeylerden ibaret olduğunu biliyoruz.
Günümüzde neredeyse hiçbir dünya liderinin derdi insanlık değil. İnsan olmak, insanca yaşamak ve yaşanmasına olanak sağlamak gibi kaygılar gütmediklerini biliyoruz. Dünya üzerinde oynanan kirli oyunlar var. Gününüzde
Biliyorum güneş etkisinin az olduğu kıştan sıkıldınız artık ve son yağmurlar ve soğuklarla hepimizin içini bir hüzün kapladı. Bitmeyen yaz yapsalar ne güzel olurdu değil mi? Hep yaz olsa, hatta yaz denince akla gelen uzunca bir tatilimiz olsa mesela. Ama inanın böyle olsaydı da üzerimizde tahmin ettiğiniz kadar pozitif bir etkisi de olamazdı muhtemelen. Mevsimler ve tatiller bir yana asıl oturduğumuz sandalyeyi durmadan sarsan, bize durmadan deprem etkisi yaratan içinde bulunduğumuz bitmek bilmeyen ekonomik kriz meselemiz var. “Ekonomik kriz bile tek başına yeterli bir sebep depresif olmamız için” diyebilirsiniz ama ne mevsimler ne ekonomik kriz tüm bunlar mutlu olmaya bir engel değil aslında.
Danimarka, yıllardır mutluluk anketlerinde ilk sıralarda yer alıyor. Danimarka’yı hiç görmediyseniz veya bu ülke hakkında hiçbir bilginiz yoksa, yılın sadece 3 ayında gün ışığı gören bu soğuk ülkenin insanlarının mutsuz ve depresif olduklarını düşünebilirsiniz. Ama değiller. Bitmeyen yaz yapsınlar gibi bahanelere takılmadan çok basit yöntemlerle mutlu olmayı
Sevgililer Günü ertesi yazıyorum bu yazımı. Aşk’a, Sevda’ya dair söyleyecek sözü çok çok olan bir Aşk Kadını olmama rağmen kendini sevmenin gücünden bahsetmek istiyorum. Ama bir ricam olacak kendini narsistlik derecesinde sevenleriniz var ise okumasınlar lütfen. Maazallah kaş yapalım derken göz çıkarırız. Narsisizm, kişinin kendisine tapması, kişinin kendisine aşık olması ve her şeyin üzerinde tutması olarak tanımlanan bir terim. İnsanların giderek daha çok benmerkezci olduğu, duyarlılıklarının giderek azaldığı ve empatinin önemini her geçen gün biraz daha kaybedildiği günümüz dünyasında narsist insanların sayısında artış olsun ya da narsistlerin dozu artsın istemiyorum.
Narsistleri bir yana koyalım Yıldız Tilbe’nin dediği gibi “İnan inan çok üzülürsün kendinsin geç kaldığın” durumuna düşme tehlikesinde olanlarınız için bu köşe yazım. Kendinizi sevmenizin önemini, yani kendinizi sevmenin size katacağı gücü anlatmak telaşındayım.
Ben kendini sevme konusunda geç
Sık sık kendi kendime “Öylesine bir dünden sonra böylesine bir gün” dediğim oluyor. Sanırım, sizin de aynı duyguyu hissettiğiniz ve başka şekillerde dile getirdiğiniz oluyordur.
Hayat o kadar da adil değil, bunu her geçen gün kanıtlıyor. Ara ara kendime, Tanrı’nın da unuttuğu şeyler vardır elbette diyorum ama sonra öyle olmadığını görüyorum.
Hayat her ne kadar seçimlerimizin sonuçlarına göre şekillense de bazen öyle şeyler oluyor ki, “Tanrı’nın elimi tuttuğunu hissediyorum”... Ve bunu her hissettiğimde ne kadar şanslı olduğumu bir kez daha kendime hatırlatıyorum. Aslına bakarsanız, belki Tanrı elimi hiç bırakmıyordur da ben bunca keşmekeşin içinde, akıntıya kapıldığım ve iç sesimi dinlemeyi ihmal ettiğim, büyük resmi gözden kaçırdığım, filmin sonunu henüz yaşamadığım için, O’nun elimi tuttuğunu fark etmiyorumdur. Galiba öyle...
Artık başıma gelen aksiliklere bakış açım; çok fazla zararı yoksa en azından bir faydası vardır şeklinde. O fayda, genelde bana bir şeyler öğretmek ve göstermek
Yalansız bir hayat yaşamak insana mümkün gibi gelmiyor değil mi? Hele ki ‘Beyaz Yalan’ diye adlandırdığımız dozajı herkese göre değişen yalanlar sınıfı varken…
Beyaz, pembe, kara, adına siz ne derseniz deyin bazıları için yalan, yalan sonuçta! Böylesi keskin bir biçimde ‘Doğrucu Davut’ olanların önemli ve gerçekten dürüst olunması gereken konularda doğruları söyleyip, beyaz yalan ya da pembe yalan kategorisine girebilecek konularda insanları kırmamak, üzmemek adına kolayca yalana başvuranları anlaması elbette ki imkansız. Doğrucu Davut’lar dürüstlüklerinden asla taviz vermezken, İngiliz centilmenliğinden esinlenmiş beyaz yalan söyleyen sınıfın dürüstlüklerinden taviz vermediklerini sanarak olayları aktarmalarını ya da aktarmamalarını hoşgörü ile karşılamalarını beklemiyorum. Peki, nasıl anlaşacak bu iki grup?
Mesela benim, beni bekleyen birine trafikte sıkışmış ve kesin geç kalacak iken, “Geliyorum, yetişeceğim” deyip ve sonrasında da 5-10 dakika geç kaldığım olmuştur. Bir arkadaşım bana, bildiğinde
Hayat nasıl da giderek zorlaşıyor değil mi? Seçeneklerimiz buna bağlı olarak yakamızı bırakmayan olasılıklarımız, bu olasılıkların içinde karar vermemiz gereken konular ve bunun sonucunda da yetişmemiz/yetmemiz beklenen şeylerin sayısı git gide artıyor. Hayat yaşam süremize sığdıramayacağımız çeşitlilikler sunuyor. Günlük kararlarımız her geçen gün daha karmaşık hale geliyor.
Bu durum karşısında bizler ne yapıyoruz? Ne yardan ne de serden vazgeçerim misali seçeneklerimiz artıkça her birine aynı anda sahip olmaya çalışıyoruz, hepsine yetişmeye…
Hal böyle olunca, kararlarımızdan hep bir parça da olsa şüphe duyuyoruz. Aman kaçırdığımız bir şey olmasın, eksik kalmayalım derken “çok” şey yapıp, “hiç” tatmin olmadan yaşıyoruz. “Daha fazla kazan, daha fazla harca” ilkesine dayalı statü endişesinin de tatmin duygumuzda açtığı yaralar bizi mutsuz ediyor.
Eskiden böyle miydi? Az seçenekle, yaptığımız şeylerden büyük mutluluklar duyardık. 3 restoran vardı, sırayla onlara giderdik. Şurası
Bugüne kadar yazılarımda hep dengeyi tutturmaya çalıştım. Zihin ruh dengesini!
Çoğu zaman başarıya giden yolları ya da zihinsel ve bireysel kapasitemizi nasıl artırabileceğimizi yazarken buldum kendimi. Bu arada hep sezgilerin gücü ve gerçekte kim olduğunuzu bulmaktan, kendimizi gerçekleştirmekten bahsettim. Son zamanlarda bir şeyleri sevgi ile yapmanın, kendimizi ve diğerlerini sevmenin ve herkes için iyi olacak seçimler yapmanın önemini anlatmaya başladım. Derken bugün geldiğim noktada kurduğum bu zihin-ruh dengesi bozulmaya başladı. Artık zihnin bir hizmetkardan öte bir şey olmadığını idrak etmiş durumdayım. Kafa sarhoşluğu çok makbul bir şeymiş gibi görünse de pek bir işe yaramıyor...
Şimdi biraz tersten giderek bu konuya bir giriş yapayım. Bir soru ile başlayalım: Zihnin bir hizmetkar olduğunu unutup yaşamımızı yönetmesine izin verirsek ne olur? Kafa mekanizmalarla dolar, ağız atıp tutmaya başlar bilmiş bilmiş! Ve çevremizdeki tüm atmosfer sanki her şeyi tüm gerçekliği ile görebiliyormuşuz gibi, bugünün doğruları yarının yanlışları