İnsan evrende hayalleri kadar yer kaplar ama inandığı kadarını gerçekleştirir ve inançları ile sınanır! Teknolojide, bilimde, sanatta ya da ekonomide ne kadar ilerlemiş olursak olalım insan olmanın doğası gereği inançlarımız tarafından yönetiliyoruz. İnancın gücünü insanlık için, kendisi için doğru kullananlar da var örnekleri git gide artmakta olduğu üzere tam aksi yönde şeytanca bir zeka ile kullananlar da mevcut. Aman yanlış anlaşılmasın inançtan kastım dinler ve dini inançlarımız değil, bilinç altımızın derinliklerinde yatan tüm inançlarımızı kast ediyorum.
İnancın gücünü belirleyen en önemli unsur da ‘kuşku’! Eğer kuşku duyarsanız, hiçbir şey elde edemezsiniz. Tüm benliğinizle inanırsanız, kuşku duymazsanız da her şey mümkün. Ben gelişim odaklı bir birey ve profesyonel koç olarak bireylerin kendilerini gerçekleştirmek için yapabileceklerine tüm benlikleri ile inanması ve kusursuz hayal edebilmeyi kurgulama tarafındayım. Tıp dünyası sağlığa kavuşmak, hastalıkları yenmek için bu
Çevrenizde birçok alanda sizden ya da çevrenizdekilerden çok daha iyi olan insanlar vardır. Kimi daha başarılıdır kimi daha yetenekli kimi daha güzel kimi daha zengin... Ve insanoğlu ister istemez kendini diğerleri ile kıyaslar. Eğer kıyasladığı alan benliği için önemli bir alansa, bu kıyaslama sonucunda diğerinin üstün olması yüzünden kendini yetersiz görüp kötü hissedebilir. Bu gibi durumlarda yaşanılan duygunun adı ‘haset’tir. Araştırmacılar buna, yani; diğer bir kişinin daha fazla başarı, avantaj, marifet ya da mülkiyete sahip olmasından dolayı kişinin memnuniyetsizlik yaşamasıyla ortaya çıkan duyguya, ‘sosyal kıyaslama kıskançlığı’ derler. Kıskançlık ile haset farklı duygular olsalar da bu duygular bazen kol kola gezip birlikte eş zamanlı olarak deneyimlendikleri için birbirine karıştırılırlar.
Sosyal kıyaslama kıskançlığının olumlu ve olumsuz olmak üzere iki türü vardır. Olumlu türü, iyi niyetli olanı hayranlığa daha yakın bir duygudur. Diğerinin sahip olduğu şeylere sahip olmak için daha
Geçen hafta ünlü İtalyan tarihçi Carlo M.Cipolla’nun insanları eylemleri bakımından dört ayrı kategoriye ayırmasından kimi “aptal insan” olarak tanımlayacağımız ve hangi eylemini “aptallık” olarak nitelendireceğimizden bahsetmiş ve ortağa attığı “Aptallığın Temel Yasaları”na değinmiştim. Çok güzel geri bildirimler aldım. Baktım bu konu ilginizi çekiyor, nasıl işe yaradığını da yazmak istedim.
Kendisine hiçbir yarar sağlamadan hatta bazen zarara uğrayarak başka insan ya da insan topluluğuna illa ki zarar verenler aptal insanlar olarak tanımlanıyordu. Kendilerine az fayda sağlamak için başkalarına çok zarar verenlere aptal-haydutlar, kendilerine çok fayda sağlarken başkalarına az zarar verenlere ise zeki-haydutlar deniyordu.
“Aptallığın Temel Yasaları” ise oldukça basitti; aptalların sayısının sonsuz olması. Farklı bir karakter özelliği ile aptal olmayan birinin başka bir alanda aptal olabileceği. Aptal olmayanların her zaman aptalların zarar potansiyelini küçümsediği. Aptal insanların var olan en tehlikeli insan türü
"Aptal doğulmaz, aptal olunur!” bu söz benim çalışma masamın yanı başındaki duvarda yazılı durur. Sebebine gelince beni her gün bir parça delirten şeyin aptallıklardan ibaret olduğunu görüyor olmam. Çok kolay ve sıradan işlerin aptallıklar yüzünden bir kabusa dönüşmesine beni eskisi kadar çıldırtmıyor olsa da hala yükseliyorum. Yaşanan kaosların temeline baktığımda sık sık aptalca hataların bunlara neden olduğunu fark ediyorum. Bu pandemi benim aptallıkla ilgili düşünlerimi yeniden üst sırlara taşıdı. Her gün farklı versiyonları ile onlarca aptallık karışma çıkıyor.
Eskiden, yani aptallığın beni çıldırma noktasına getirdiği dönemlerde pek çok kilit noktada bir aptalın oturduğu gerçeği yüzüme tokat gibi çarpardı. Bu kadar zeki, yetenekli, iş bitirici insan varken aptal insanların nasıl oluyor da bu pozisyonlara geldiğine şaşardım. Ta ki Ünlü İtalyan Tarihçi Carlo M.Cipolla’nun ortaya attığı aptallığın her ülkede geçerli temel ve evrensel yasaları olduğunu öğrenene kadar.
Aslına bakarsanız
Ömrünüzü daha fazla ‘Corona muhabbeti’ ile yemek istemiyorum. Dilerim bu son kaotik gelişmeler aymamızı sağlar! Zira hepimiz dünü bugünü, hemen hemen zamanımızın çoğunu bu konuda bir şeyler okuyarak ve konuşarak geçirip, hayatı es geçiyoruz! Ne yaparak es geçiyoruz, internette dolaşan ne idüğü belirsiz bilgileri okuyarak, hatta bunları yayarak es geçiyoruz. Hem küresel hem de bireysel anlamada almamız gereken mesajlara odaklanmak yerine felaket tellağı yapmayı seçiyoruz. Almamız gereken mesajları almıyor, negatifte kalıyoruz. ‘Korku Kültürü’nü beslemekten başka bir işe yaramıyoruz.
Bazılarınızın itirazları duyar gibiyim; elbette korkuya direnelim ya da korkmayalım demiyorum sadece korkuya hakim olalım ve yönetebilelim diyorum. Ne kendimizi cahilce bana bir şey olmaz diye sokağa atalım, ne iki gün sokağa çıkma yasağı geldi diye birbirimizi ezerek, korumamız gereken sosyal mesafeyi yok sayarak bakkallara yığılalım, ne de etrafa korku saçıp, negatifi güçlendirelim demek istediğim bu.
Hatta biraz daha ileri gidip
Pandemi sayesinde görüp görebileceğimiz en ilginç dönemden geçiyoruz. Hatta insanlık tarihi de en ilginç dönemlerinden birini yaşıyor diyebiliriz. ‘Coronavirus’ adı da zaten, taç veya halo anlamına gelen Latince bir sözcükten geliyor. Tıpkı anlamındaki gibi de başımıza gelebileceklerin tacı, en tepesindeki edasıyla geçip gidiyor hayatımızdan. Kendi küçük ama tahribatı büyük bir virüs korona, henüz bizlere bulaşmamış olsa da uzaktan etkisi sayesinde‘içimizde ne varsa ortaya onu çıkartıyor’.
Ne demek istediğime gelmeden, biraz daha derinlere inmeden köşe yazıma dünyaca ünlü kişisel gelişim uzmanı, yazar Dr. Wayne Dyer’dan bir alıntı ile devam etmek istiyorum. Dr. Wayne Dyer:
Can Do It (Yapabilirim) konferansıma hazırlanırken, sahnede konuşmamı yaparken kullanmak üzere yanıma bir portakal almaya karar verdim. Sahneye çıktım ve elimde portakal, en ön sırada oturan 12 yaş civarı gence şu soruyu sordum:
“Bu elimdeki portakalı sıkabildiğim kadar çok sıkacak olsam, içinden ne
İçinde bulunduğumuz bu zor dönemde “Sen kadere gülümse ki dünya sana gülümsesin” demekle başlamak istiyorum satırlarıma. ‘Evde kal’ diye devam edip asıl konuya geçmek istiyorum; ‘Kurban Rolü’nü Ne Kadar Oynadığına?’ Malum evdeyken iyice alttan alta vuruyor bu kurban rolü psikolojisi…
Geçen haftaki This is Karma başlıklı yazımda anlatmaya çalıştığım, özünde; “Ne ekersen onu biçersin” sözündeki gibi her eylemimizin mutlaka bir karşılığı olduğunu ve bu karşılığın mutlaka er ya da geç bizi bulacağını idi. ‘Etme bulma dünyası’ da diyebiliriz! Gelelim şimdi kendi kendimize ettiğimize; seçimlerimize ve kurban rolünü oynamaya ne kadar da istekli olduğumuza.
Farkında olmadığımız ama ne yazık ki muhtemelen hepimizin farklı derecelerde yaptığı, hayattaki huzur, başarı ve mutluluğumuzun önündeki en önemli engellerden birini ele almak istiyorum. Kendimizi kurban olarak görmek...
Kurban rolüne bürünmenin en önemli sorunu insanın bunun farkında olmaması. Yani
Dünyanın her yerinde aynı anda yaşanan farklı farklı felaketlere; koronavirüse, Suriye meselesine, depremlere, yangınlara, küresel finansal genişleme ve borçluluk krizine bakınca tüm bunların bir ‘Karma’ olduğu ve ‘dünyanın uyanışı’ için birer uyaran olduğu kanısına varıyor insan.
“Seni seviyorum” demenin sonsuz farklı yolu varken... “Günaydın, naber, emniyet kemerini takmayı unutma, dikkat et kendine, kimseyle tartışma, birazcık dinlen, ne zaman istersen ara, eve erken gel”i ya da benzerlerini kullanmayı seçen bir insanoğluna dönüştük. Dinlemeyi bilmek, duymayı öğrenmek lazım ki, etrafımızda dönen sevgi işaretlerini ıskalamayalım. Anlatmayı bilmek, diretk sevgi yolunu seçmek, kalpten gelen sevgi kelimelerini açıkça kullanmak ve koşulsuz sevebilmek konularına girmiyorum bile.
Sevgiye en çok ihtiyacımız olan bu günlerde hangi mesajla olursa olsun sevgide kalalım yeter. Ama işte dünya bu hale gelmiş bir kere, kimse sevgiyi net ifade edemiyor ve algılayamıyorken işaretleri okumayı öğrenmemiz ve söylenen ve olanın