Hayat nasıl da giderek zorlaşıyor değil mi? Seçeneklerimiz buna bağlı olarak yakamızı bırakmayan olasılıklarımız, bu olasılıkların içinde karar vermemiz gereken konular ve bunun sonucunda da yetişmemiz/yetmemiz beklenen şeylerin sayısı git gide artıyor. Hayat yaşam süremize sığdıramayacağımız çeşitlilikler sunuyor. Günlük kararlarımız her geçen gün daha karmaşık hale geliyor.
Bu durum karşısında bizler ne yapıyoruz? Ne yardan ne de serden vazgeçerim misali seçeneklerimiz artıkça her birine aynı anda sahip olmaya çalışıyoruz, hepsine yetişmeye…
Hal böyle olunca, kararlarımızdan hep bir parça da olsa şüphe duyuyoruz. Aman kaçırdığımız bir şey olmasın, eksik kalmayalım derken “çok” şey yapıp, “hiç” tatmin olmadan yaşıyoruz. “Daha fazla kazan, daha fazla harca” ilkesine dayalı statü endişesinin de tatmin duygumuzda açtığı yaralar bizi mutsuz ediyor.
Eskiden böyle miydi? Az seçenekle, yaptığımız şeylerden büyük mutluluklar duyardık. 3 restoran vardı, sırayla onlara giderdik. Şurası açılmış, oradaki bilmem ne soslu yemeği denemeliyim derdimiz yoktu. Kahve deseniz tek bildiğimiz Türk kahvesi idi. Ne ‘Starbucks, ne de diğerleri vardı. Yemek sonrası için çay ile kahve arasında karar verir, genelde bir saat arayla ikisini birden içerdik.
İlişkiler daha sağlıklı ve uzun solukluydu. Eş dost bize uygun adayları seçerdi, zaten bizi ve ailemizi tanıyanlar tarafından ön elemeden geçirilmiş olan adaylar ile okul, mahalle, iş arkadaşlarımız arasından karar vermekti bize düşen. Facebook, instagram ve twitter’dan yazışılanlar gibi sınırsız sayıda, belirsiz seçenek yoktu. Kendin gibilerin arasından sana uygun adayların üzerinde yoğunlaşırdın. Daha isabetli, daha özenli seçimler yapılırdı.
Çocuklar hangi okula gidecek, o okulun spor salonunda kapalı yüzme havuzu varmış diğerinde piyano dersi veriliyormuş gibi şeylerle uğraşılmıyordu. İmkanı ve hevesi olan özel okula diğerleri ise evlerine en yakın devlet okuluna gönderiyordu çocuklarını. Çocukların gideceği okullar en fazla 2-3 alternatif arasından seçilirdi, veliler okul seçimi için böyle helak olmazdı. Artık üniversiteler hatta liseler bile birer “entellektüel alışveriş merkezlerine dönüştü”! Öğrenciler alışveriş merkezine ya da tatile gitmekle okula gitmek arasında fark göremeyecek biçimde gündelik hayatın geçici satın alma mutluluğuna kapılmış durumdalar. Veliler ise bu durumu sosyalleşme ayarında üstelik alışveriş modunda yaşıyorlar.
Seçeneklerimizin çoğalması kötü mü peki? Elbette değil. Alternatiflerimizin oluyor olması bizi özgürleştiren bir unsur. Sadece seçme hakkının elimizde olması ve önümüze serili onca seçeneğin bulunması bizi zaman zaman mutsuz edebiliyor. Her konuda tüketileni sadeleştirmek yerine çoğaltmaya yöneliyoruz, ta ki bizler tüm bunların içinde boğulana kadar. Özgürlük patlaması yani seçeneklerde ki bolluk, içerik olarak tatmin edici olmayan bir başka çeşit yokluğu getirebiliyor. Seçimlerimizden doğacak sorumluluklar her zaman bize aittir. Pek çok alternatifin arasından kendi seçimlerimizi kendimiz yapma özgürlüğünü isterken bu çok seçenekliliğin bizi mutsuz etmemesini istiyoruz.
Peki ne yapmalı? Seçenek bolluğunun getirdiği tehlikelere kendimizi kaptırmamalıyız. Kötü ve iyi kararlar arasındaki denge kontrolü eylemlerimizden tamamen vazgeçerek sağlanamayacağı gibi daha fazla tüketimin beraberinde getirdiği sahte ve geçici mutluluk ile de elde edilemez. Bunun içinde yapmamız gereken seçim özgürlüğümüze gönüllü olarak belirli sınırlamalar getirmek.
Seçenekleri elemek, stresi ve kaygıyı yoğunluğumuzu büyük oranda azaltabilir. En iyiyi aramaktansa “yeterince iyiyi” aramakla işe başlayabiliriz. Bu seçimleri yaparken sebeplerimizi hesaba katmak ve birçok alanda yaptığımız seçimlerin her biri için bir sebep düşünmek, vazgeçtiklerimize geri dönmemek gerekiyor. Kararlarımızın sonuçlarıyla ilgili beklentilerimizi azaltırsak, etrafımızdaki insanların ne yaptığıyla daha az ilgilenirsek daha çok mutlu olabiliriz.