Ben bazen kendimi keşfe çıkarım; ne olmuşum diye dönüp bir kendime bakarım. Bazen de derim ki, “Usta sen bir bana baksan, ne olmuşum ben?” Buna tıpkı arabalarda olduğu gibi 5.000 km bakımı diyorum. İlla bir arıza yapmama gerek yok, 5.000 km’de bir servise sokuyorum kendimi. Konusunda duayen danışmanlarım, mentorlarım, koçlarım ve dostlarım var. Hepsinden yaşayarak, belki de okuyarak öğrenebileceğimden çok daha fazlasını, çok daha kısa sürede danışmanlık alarak öğreniyorum. Bu satırları da kendi deneyimlerimi sizlere aktarmak için yazıyorum. Ben yaptım işe yarıyor, siz de yapın demek için.
Hayatımın her döneminde danışmanlık almaya özen gösteren insan oldum. “Bugünlere nasıl geldin?” diye sorsalar, aldığım o danışmanlıklar ve öğrenmeye olan merakım sayesinde derim. Hemen hemen her konuda “bir bilene sormak” refleksim var benim. Şimdi bende danışmanlık, koçluk, mentorluk yapıyorum. Bazen benden bu istendiği için, bazen de bildiklerimi bana yaptıkları gibi aktarmanın önemini bildiğim için…
Bir danışman ile
Hayat nasıl da giderek zorlaşıyor değil mi? Seçe-neklerimiz, buna bağlı olarak yakamızı bırakmayan olasılıklarımız, bu olasılıkların içinde karar vermemiz gereken konular ve bunun sonucunda da yetişmemiz/yetmemiz beklenen şeylerin sayısı git gide artıyor. Hayat yaşam süremize sığdıramayacağımız çeşitlilikler sunuyor. Günlük kararlarımız her geçen gün daha karmaşık hale geliyor. Bu durum karşısında bizler ne yapıyoruz? Ne yardan ne de serden vazgeçerim misali seçeneklerimiz arttıkça her birine aynı anda sahip olmaya çalışıyoruz, hepsine yetişmeye…
“Çok şey” yap “hiç” tatmin olma
Hal böyle olunca, kararlarımızdan hep bir parça da olsa şüphe duyuyoruz. Aman kaçırdığımız bir şey olmasın, eksik kalmayalım derken “çok” şey yapıp, “hiç” tatmin olmadan yaşıyoruz. “Daha fazla kazan, daha fazla harca” ilkesine dayalı statü endişesinin de tatmin duygumuzda açtığı yaralar bizi mutsuz ediyor.
Eskiden böyle miydi? Az seçenekle, yaptığımız şeylerden
Kıskançlık duygusu, seven bir insana neler yaptırabilir? Bu duygu nereye kadar varabilir?
İngilizlerin en ünlü tiyatro yazarı William Shakespeare, 1604 yılında trajedi türünde bir oyun yazar. Oyunun adı Othello’dur. Konusu, yıllarca Venedik devletinin hizmetinde savaşmış, türlü kahramanlıklar göstermiş Mağripli zenci bir komutan ile Venedikli beyaz bir kızın engel tanımayan aşkları ve sonrasında yaşadıkları şaşırtıcı olaylardır.
Desdemona’nın Venedikli soylu bir ailesi vardır. Genç kadını Venedik’in soylularından, zenginlerinden pek çok kişi istemiş, fakat o hiçbiriyle evlenmeyi kabul etmemiş. Yüreğinin sesini dinleyerek, her türlü zorluğu göze alarak, kendi soyundan olmayan, kendinden yaşlı, zenci bir komutan olan Othello ile evlenmiştir. Evliliklerinden bir süre sonra Othello, Osmanlı saldırısına karşı Kıbrıs’ı korumakla görevlendirilir. Desdemona bu ayrılığı göze alamaz, kocasının yanında Kıbrıs’a gider. Kıbrıs’a gitmek demek, Venedik’teki rahat yaşantıyı geride bırakmak, savaşa gitmek, ölüme koşmak, hayatını tehlikeye atmak
Konuşmaktan ve korunmaktan sıkılmış olsak da malumunuz ikinci korona dalgası geliyor, hatta geldi bile... İlkinden alamadığımız dersler, yeni normallere uyum sağlayamadığımız ve değişime gösterdiğimiz direnç yüzünden ilkinden bile daha vahim bir tablo bizleri bekliyor. Amacım, yazın son günlerinde canınızı sıkmak değil; düşünüyorum sadece, daha doğrusu son zamanlarda iş dünyasından bana gelen eğitim, seminer talepleri, içerikleri de bana bu soruları düşündürüyor ve beraberce düşünelim istiyorum.
Yaşadığımız dünya için değişim kaçınılmazken aynı kalmakta neden bu kadar direniyoruz? Peki, değişmek gerçekten zor mudur? Aynı kalmak neden bu kadar cazip geliyor? Aynı kalarak hayatta kalmayı, dönüşmeyi, ilerlemeyi, gelişmeyi beklemek imkânsızken değişmekten korkmak niye? Neye bu direncimiz? Biz virüse göre pozisyon alıp hayatta kalmaya çalışacağımıza virüs bize uysun, bana bir şey olmaz kafası neyin kafası? Her şey bu kadar altüst olmuş ve belirsizlikler yeni normalimiz olmuşken, iş dünyası için eskisinden bile
Küçük bir itiraf ile başlayayım: aslında bu seferki köşe yazımı, geçmişin yüklerine veda edebileyim diye kendim için yazıyorum. Birazdan okuyacağınız anekdottan da anlayacağınız üzere ‘bardağı elimden yere bıraktığım gün’ olsun istiyorum. Sizinle de paylaşıyorum ki kendime verdiğim sözü tutabileyim, olur da o bardağı yeniden elime alacak olursam, yazdıklarım bana engel olsun.
Kim bilir belki yazım size de ilham olur, siz de geçmişinizden gelen, sıkı sıkı tuttuğunuz ve gereğinden fazla taşıdığınız yüklerinizden kurtulursunuz...
Anekdota gelecek olursam...
Profesör, elinde, içi dolu bir bardak tutarak dersine başlar.
“Bu bardağın ağırlığı sizce ne kadardır?” diye sorar...
Öğrenciler, ’50gr, 100gr, 125gr’ cevabını verir.
“Bardağı tartmadıkça gerçekten ben de bilemem” der profesör ve devam eder:
Ama, benim sorum şu:
Geçenlerde bir arkadaşımla anlaşılmak ve anlatabilmek hatta şöyle diyelim, fark edebilmek üzerine konuşuyoruz; kurumsal ve bireysel dönüşüm işçisi olarak konuyu ‘farkındalığın farkındalığının farkındalığına varmak’ noktasına getirecektim ki durdum. Güzel yaz akşamında sanattan anlayan, anlamakla kalmayıp sanatçıya kıymet veren, imkânları elverdiğince de sanata yatırım yapan ve diğer insanları bilmem ama beni anlamaya çalışan biri varken karşımda, aynı konuya başka hikâyelerle devam etmek gerek azizim dedim içimden. Sanatla hikâyecilik 3. boyutta birleşiyordu artık... (o andaki ruh halimden bahsediyorum)
Zihnim yine oradan oraya, kendi kara deliklerinde sıçrama yapıyordu! (maalesef hep yapar bunu bana) Buda ’dan Zen Öğretileri’ne, oradan Pablo Picasso’ya, oradan yakın çevremdeki gerçek kahramanlara ya da ‘el iyisi’ diye tabir edebileceğimiz insanlara, farkındalığı zayıf ama her şeyi görüp bildiğini sananlara, oradan Obama’ya sıçramıştım. Şimdi güzel bir hikâyeyle, konuyu ‘farkındalığı
Geçenlerde anlattım bir bilgelik hikâyesini, yine aktarma ihtiyacı duyuyorum. Çünkü, pek çok insanın canının yandığını görüyorum, dedikodu, iftira ve yargısız infaz gibi konular yüzünden.
Size magazin sayfalarını renklendiren bir beach vukuatı gibi gelse de Momo’da yaşananlar, çok daha fazlası ve ötesi var aslında. Ozan Güven olayında da şiddet vardı ve durun bakalım demiştim; nerden bilecektik olayın içyüzünü! Başlarına gelen, yaşamak zorunda kaldıkları kötü olaylar bir yana, gerçekler gün yüzüne çıkmadan yaptığımız yargısız infazlar, paylaşımlar ve dedikodular nedeniyle belki de daha da zorlaştırıyorduk hayatlarını.
Hele bir de aslı astarı olmayan söylentilere maruz kalıp bunun için ağır bedeller ödemek zorunda kalanlar var ki, onların aldıkları hasarlar çok daha büyük oluyordu, telafisi ise imkânsız... Ve öyle de oldu bu sefer; Momo güvenlikleri tarafından darp edildiği söyleyen ve bizi tüm dünyaya bu şekilde lanse eden bir modelin aslında gerçekleri söylemediği
Kendime bakıyorum da isyan çıkarmak en güçlü yönlerimden biri iken son yıllarda çıkarmaz oldum. Tatlı tatlı anlattığımda hâlâ olmuyorsa savaşçı tarafımla mücadeleye girerdim eskiden. Bunun adına olgunlaşmak mı deniyor, başka bir şey mi bilmiyorum ama şimdilerde içimdeki savaşçıyı ortaya çıkarmak yerine hikâyelerle, metaforlarla anlatmaya çalışıyorum derdimi. İşe yarıyor mu derseniz? Evet, işe yarıyor.
İşe yaramadığında ise zorlamıyorum artık, olmuyorsa öylece bırakıyorum. Zamanı değilmiş demek ki, hazır değillermiş demek ki diyorum bazen içimden. Ya da benim tetiklememle değil, başka bir vesile ile olacak belki de diyorum ve akışa bırakıyorum.
Bu satırları yazarken bir kez daha fark ediyorum ki, ben epeyce değişmişim. Ve daha almam gereken de çok yol var...
Nereden çıktı şimdi değiştiğini ve savaşmak yerine hikâyeleri kullanmayı seçtiğini yazmak diyenleriniz çıkabilir aranızdan. Değişimin kaçınılmaz olduğunu anlattığım, yönetici koçluğu ve yönetim danışmanlığı yaptığım bir proje sonrasında aldığım güzel bir e-posta