Bu satırların yazıldığı sırada KKTC’deki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin sonuçları henüz açıklanmamıştı. Buna karşın beklentiler ilk turu Başbakan Derviş Eroğlu’nun kazanacağı varsayımı üzerine kuruluydu. Asıl merak edilen ise Eroğlu’nun bu işi ilk turda bitirip bitiremeyeceğiydi.
Eroğlu’nun ilk turda kazanamaması halinde, seçimlerdeki tek ciddi rakibi olan Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın ikinci turu kazanma olasılığından söz edenler de vardı. Eroğlu kampı da bu nedenle haftalardır, “yüzde 60 yeter, bu iş ilk turda biter” sloganını tekrarlayıp durdu.
Türkiye ve KKTC’deki ulusalcıların Eroğlu’nun kazanmasını istedikleri aşikâr. Eroğlu’nun seçim kampanyasını başlattığı şölene katıldığımızda, Türkiye’den gelen aşırı sağcı unsurlar da gözümüzden kaçmamıştı. Bu kesim, Annan Planı sürecinden bu yana ciddi bir şekilde kaybedildiğine inandıkları zeminin Eroğlu sayesinde tekrar kazanılacağını düşünüyor.
Liberal kesimin ise, ulusalcıların nefret ettikleri her şeyi temsil eden Mehmet Ali Talat’ı tercih ettiğini söylemeye gerek bile yok. Bu kesime göre Talat’ın benimsediği çözüm yolundan başka gidilebilecek yol yok. Ankara’daki AKP iktidarı da, tarihin ulusalcılar açısından beklenmedik
Türkiye beklendiği gibi İran konusunda zorlanmaya başladı. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Washington’daki temaslarından sonra Brezilya’ya geçmesinin de bu konuyla ilgili olduğu ortada. Her iki ülke şu anda Güvenlik Konseyi’nin geçici üyesi konumundalar.
Türkiye ve Brezilya aynı zamanda İran’a yaptırım uygulanmasına karşı çıkıyorlar. Ancak, bu tutumlarıyla Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri karşısında yalnız kalma durumuyla baş başalar. Belli ki bu olasılığa karşı şimdi ortak bir pozisyon belirlemeye çalışıyorlar.
Bunu başarabilirler ve bu pozisyon da İran konusunda sonuç getirirse, o zaman hem Türkiye, hem de Brezilya’nın uluslararası itibarı artacaktır. Başaramazlarsa, radikal ülkeler ve kesimler tarafından alkışlanacaklar, fakat dünyanın önemli bir kısmı tarafından “oyunbozan” olarak görülecekler.
Davutoğlu, Washington’dan Brezilya’ya geçmeden önce İran konusunda önemli açıklamalarda bulundu. Tahran ile “nükleer yakıt takası” konusunda anlaşmanın hâlâ mümkün olduğunu söyledi. “İran’ın yaklaşımında bir değişim ve olumlu bir gelişme var” diye konuşarak, “Biraz şansımız var ve bu diplomasiye devam edersek, bir çözüme varabileceğimizi düşünüyorum” dedi.
İran konusunda gelinen
Başbakan Erdoğan’ın Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan ve ABD Başkanı Obama ile gerçekleştirdiği görüşmelerde diplomatik açıdan “zevahir” kurtarıldı. Sarkisyan ile yapılan görüşmede ipler kopmadı, Obama ile yapılan görüşmedeyse ilişkilerde olumlu bir atmosfere yeniden dönüldü. Ancak, “Görüşmelerden somut olarak ne çıktı?” sorusunu sorduğumuzda durumun karışık olduğunu görüyoruz.
Sarkisyan ile yapılan görüşmeden çok fazla bir şey çıktığını söyleyebilecek durumda değiliz. Bu arada bazı şeyler de dikkati çekiyor. Örneğin, uluslararası düzeyde ilgi uyandırmasına karşın iki lider görüşmeden sonra ortak açıklama yapamadılar. Oysa herhangi bir ilerleme kaydetmiş olsalardı, bunu kamuoyuna duyurmak isterlerdi.
Ortak açıklama bir yana, bu yazının yazıldığı sıralarda taraflar henüz bu görüşme hakkında herhangi bir resmi açıklama yapmamışlardı. Demek ki, Türkiye ile Ermenistan ilişkilerini normalleştirme çabaları açısından duyurulabilecek yeni bir şey yok.
Bu arada liderlerin dışişleri bakanlarını, Zürich Protokolleri’nin nasıl uygulanabileceğini araştırmaları için görevlendirmiş olmalarında da yeni bir şey bulmak zor. Ancak, bu zaten protokollerde imzası bulunan bakanların görevleri
Bu haftanın en önemli dış politika gelişmesi kuşkusuz Washington’da yarın başlayacak olan “Nükleer Güvenlik Zirvesi” olacak. Bu çerçevede gözler de Başbakan Erdoğan’a dönecek.
Zira Erdoğan zirveye “tarafsız” bir lider olarak değil, “İran’ın avukatı” olarak katılıyor. En azından genel algı bu yönde. Erdoğan’ın İsrail’in nükleer silahları konusunda yaptığı ve dünya basınının geniş yer verdiği son açıklamaları da bu izlenimi pekiştirdi.
Oysa bu konuda tarafsız olabilseydi, nükleer silahsızlanma açısından bölgenin en etkin lideri olabilirdi. Fakat İsrail’e duyduğu antipatiden kaynaklanan fevri açıklamaları bu potansiyel rolü oynamasını engelledi.
Erdoğan’ın, İran’ın nükleer emellerine dönük uluslararası eleştirileri İsrail’in nükleer silahlarıyla “dengelemeye” çalışması aslında temel bir mantık hatası içeriyor. İsrail’de nükleer silah varsa, bunun yanıtı İran’ın nükleer emellerine yeşil ışık yakan bir tavır olmamalıydı.
Erdoğan tabii ki, “bunu yapmıyorum, tüm bölgenin bu silahlardan arındırılmasını istiyorum” diyor. Fakat buna samimi olarak inanan birisinin, İran’ın nükleer emellerine de somut bir şekilde değinmesi ve buna kararlı bir şekilde karşı çıkması gerekirdi.
Türk
Başbakan Erdoğan’ın, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu’nu, Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’a yazdığı özel bir mektupla Erivan’a göndermesi, haftanın en önemli diplomatik gelişmelerinden biriydi.
Sinirlioğlu’nun Erivan’dan hemen sonra ayrı bir mesajla Bakü’ye gitmesi de tabii ki dikkat çekiciydi. Ancak, bu gelişmelerin kafa karıştırdığını da söylemek zorundayız. Sonuçta, Ermenistan ile bir yıl önce imzalanan “Zürih Protokolleri” açısından gelinen nokta ortada.
Başbakan Erdoğan’ın bizzat Bakü’ye giderek, Karabağ sorununda ilerleme olmadıkça protokollerin TBMM’den geçmeyeceğine dair verdiği güvence de, bildiğimiz kadarıyla, yerinde duruyor. Ankara’nın, Ermenistan Anayasa Mahkemesi’nin bu protokoller hakkında aldığı karara itirazından vazgeçtiğine dair bir işaret de yok.
Özetle, protokoller, Ankara’nın “Karabağ önkoşulu” ve Ermenistan Anayasa Mahkemesi’nin “soykırım önkoşulu” nedeniyle çamura saplanmış durumda. Hal böyleyken, Erdoğan’ın son girişiminden olumlu bir şeylerin çıkması için yeni bir şeyler öneriyor olması gerekiyor.
Bunun ne olduğu ise şu aşamada belli değil. Bilinen tek şey, Erdoğan’ın Sarkisyan’a gelecek hafta Washington’da yapılacak
ABD Kongresi Temsilciler Meclisi’nin Dış İlişkiler Komitesi’nde mart başında geçen Ermeni soykırımı tasarısını protesto etmek amacıyla geri çağrılan Büyükelçimiz Namık Tan, Washington’a döndü.
Ayrılmadan önce gazetecilere bir açıklama yapan Tan, geri çekilmesindeki amacın hasıl olduğuna dair ifadeler kullanarak, “Mesaj muhataplarınca alınmış ve algılanmıştır” diye konuştu.
Tan, Ankara’nın ABD’den aldığı teminattan tatmin olduğunu söyleyerek, iki ülke arasındaki bu olumlu havanın süreceğine dair umudunu dile getirdi. Bu sözlerden Türkiye ile ABD arasındaki Ermeni soykırımı krizinin en azından bu yıl için atlatılmış olduğunu çıkarmak durumundayız.
“En azından bu yıl için” diyoruz zira hiçbir ABD yönetimi, hiç kimseye ABD Kongresi’ne hangi tasarıların gelip gelmeyeceğine dair bir teminat verebilecek durumda değil. Onun için “ABD’deki bu Ermeni soykırım tasarılarının sonu geldi” demek mümkün değil.
Bu nedenle, Tan’ın, gelecek nisan ayında da acilen Ankara’ya dönebileceğini not ederek bir çanta hazırlayıp hazırlıklarını yapmasında yarar olabilir. Bu durumda “Washington’dan alındığı belirtilen teminat ne olabilir?” sorusu akla takılıyor. Bunun yanıtını Tan’ın sözlerinde bulmak
Yıllardır, “kendimizi tanıtamıyoruz” diye yakınan Türkiye, sonunda “kamu diplomasisine” önem veriyor. Dışişleri Bakanlığı bu amaçla üst düzey bir diplomatı görevlendirirken, İstanbul’da bir “Kamu Diplomasisi Enstitüsü” kuruldu.
Dublin Büyükelçiliği’nde çalıştığımız 1970’li yıllardan bu yana bu konunun üzerinde duruyoruz. Fakat o sıralarda diplomatlarımızın bile bunun ne olduğunu anladıklarından kuşku duyuyorduk.
“Gece Yarısı Ekspresi” furyasının yaşandığı o günlerde, aynı zamanda öğrencisi olduğumuz Dublin Üniversitesi’ne “Maden” adlı Türk filmi gelmişti. “Gece Yarısı Ekspresi” yüzünden Türkiye’yi “medeniyetten nasip almamış bir ortaçağ cehennemi” olarak görenlerin fikirleri bu filmle değişmeye başlamıştı.
İrlandalı dostlarımız, “demek ki işçi sorunlarınızla, sosyal adaletsizliklerinizle bizim gibisiniz” demeye başladılar. Dönemin Dublin Büyükelçimize bunu aktardığımızda, “Bana komünistlerin filmlerini getirtemezsin. İstersen güzel İstanbul manzaralı Türkan Şoray filmi falan getirelim” diye ters bir yanıt almıştık.
Biz de bunun muhatap olduğumuz İrlandalıların akıllarına hakaret olacağını söyleyip, birkaç hafta sonra elçilikteki mahalli kâtiplik görevimizden istifa
TV24’ten Gürkan Zengin dostumuz konuyu irdelemeseydi, Kıbrıs’ta bir şeylerin olduğundan haberimiz bile olmayacaktı. Zengin’in önceki akşamki Editör programı, KKTC’de 18 Nisan’da yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimleri arifesinde Kıbrıs müzakerelerinde gelinen nokta açısından aydınlatıcıydı.
Bu çerçevedeki son önemli gelişme, Kıbrıs Türk lideri Mehmet Ali Talat ile Rum lideri Dimitris Hristofyas’ın hafta başında yaptıkları ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun hararetle desteklediği ortak açıklamaydı. Dışişleri Bakanlığı bu ortak açıklamayı daha sonra yazılı bir metinle de destekledi.
Liderlerin ortak açıklamasıyla Ankara’nın buna verdiği desteğin 18 Nisan’da Cumhurbaşkanı seçilmesi beklenen Başbakan Derviş Eroğlu’na karşı bir hamle olduğu kesin.
Açıkça konuşmak gerekiyorsa, söz konusu açıklama ve Ankara’nın verdiği destek Eroğlu’nun seçilmesi durumunda izlemek zorunda kalacağı çizgiyi ortaya koydu.
Bunun Eroğlu’nu seçmeni karşısında zorda bırakacağı ise aşikâr. Zira seçim kampanyası sırasında yansıttığı “Denktaşçı” yaklaşımı, en azından AKP iktidarda kaldıkça, devam ettirmesi zor görünüyor. Danışmanları Eroğlu’nun 18 Nisan’da güçlü bir oyla ilk turda seçilmesini işte bu nedenle