Son gelişmeler ışığında her zaman Türkiye için sorulan bir soruyu bu kez “ne olacak bu AB’nin hali” şeklinde sormak durumdayız. Avrupa’daki gelişmeler AB açısından gerçekten de iyi bir görüntü vermiyor. Sadece Yunanistan’daki ekonomik krizden de söz etmiyoruz. Zira AB’de çok daha derin yapısal sorunların olduğu artık görülüyor.
AB’nin ortak dış ve savunma politikasını bir türlü oturtamadığını Yugoslavya krizinden son Irak savaşına kadar birçok olayda gördük. Avrupa bu konularda inisiyatifi hep Washington’a kaptırdı. Temel nedeni ise “birlik” anlayışının hâlâ “ulusal çıkar” kavramından kurtulamamış olmasıdır. Özetle, küresel sorunlar karşısında AB üyeleri hâlâ “birlik” ruhuyla değil, “ulusal çıkar” ruhuyla hareket ediyorlar.
Temeldeki sorun da zaten burada. Örneğin küresel finansal kriz patlak verdiğinde bir Fransa “birlik” anlayışını terk ederek kendi ekonomisini kurtarmak için milyarlarca Avroluk ulusal teşvik paketleri çıkardı. Bunun bir amacı, otomotiv sektörünün diğer AB üyelerinde değil de Fransa’da yatırım yapmalarını sağlamaktı. Oysa bu “tek pazar” ilkesine ve dolayısıyla da “birlik” ruhuna aykırıydı.
Diğer AB üyelerine yayılma tehlikesi olan Yunanistan’daki ekonomik
Başbakan Erdoğan’ın İsmet İnönü için yaptığı “Hitler” benzetmesini basit bir “patavatsızlık” olarak geçiştirmek mümkün değil. Aydın Doğan’ı “Al Capone”a benzemesi patavatsızlık olabilir, ama İnönü söz konusu olduğunda işin içinde çok daha derin nedenler var.
Türkiye’de aşırı dindar kesimin İnönü’ye karşı 10 yıllar boyunca besledikleri derin nefretin nedenlerini, Abdurrahman Dilipak’ın yıllar önce okuduğum “İnönü Dönemi” (Beyan Yayınları) adlı kitabında görmek mümkün.
Kendi çerçevesi içinde önemli bir araştırma olan bu kitaptan söz konusu nefretin ideolojik nedenlerini daha iyi anlıyorsunuz. Ne demek istediğimizi anlatmak açısından kitaptan alıntı yaptığımız aşağıdaki paragraf yeterli olacaktır herhalde:
“İsmet İnönü deyince, akla ilk gelen şeylerden biri de Lozan’dır. Lozan zafer mi, yoksa bir hezimet midir?.. Çeşitli yazarlar bu soruya yanıt aramışlardır. Mesela Kadir Mısırlıoğlu, Lozan’ın bir hezimet olduğu görüşündedir. Bu görüşünü, iki ciltlik incelemesinin sonunda şöyle özetler: Lozan, muazzam bir imparatorluk mirasının han-ı yağmasıdır! Türk’ün şahsında İslam’dan intikam alınarak, bütün bir İslam dünyasının başsız bırakılmasıdır!”
İnönü’ye karşı nefretin başlıca nedeni
Bizim ailemiz sol gelenekten gelir. Bu yüzden evimiz 12 Mart’ta basılmıştır. Ayrıca, akrabalarımız ve aile dostlarımız hapse atılarak işkenceden geçirilmiştir. Onun için, 1 Mayıs İşçi Bayramı’nın bu yıl Taksim Meydanı’nda coşkuyla kutlanabilmiş olması bizim gibi olanlar için tarihi bir dönemeçtir.
Ancak buna değinmeden önce şunu söylemek zorundayız. Kendisini medeni sayan her insanın, PKK’nın emekçilerin bu bayramını zehir etmeye çalışmasını ve bazı evlere ateş düşürmesini lanetlemekten başka bir seçeneği olamaz.
Bu olayları lanetlemekte zorlanan ve bahane olarak hep bir “denge unsuru” bulmaya çalışan Kürt siyasetçilerin de bu ilkellik karşısında artık seslerini yükseltmeleri gerekiyor.
Konuya dönersek, bu yılki 1 Mayıs kutlamaları çerçevesinde akla birçok isim geliyor. Fakat biz bir ismi özellikle anmak istiyoruz. O da ailemizin en yakın dostlarından olan gazeteci Emil Galip Sandalcı’dır.
Lise yıllarımızda kendimize örnek seçtiğimiz bu güzel insana, sol görüşleri nedeniyle, zamanında çektirilenler Türkiye açısından unutulması mümkün olmayan bir yüz karasıdır.
Türkiye’de siyasi görüşleri nedeniyle acı çektirilmiş çok insan var tabii. Çoğu da adaletin yüzünü hiç
Belçika Parlamento’sunun Müslüman kadınların kamu alanlarında peçeli veya burkalı gezmelerine yasak getiren tasarıyı kabul etmesi İslam âleminde tepkiyle karşılandı. Aynen İsviçre’de referandumla getirilen minare yasağı gibi. Bu tür yasakların önümüzdeki dönemde Avrupa’da başka ülkelere de yayılacağı kesin. Gelişmeler bunu açıkça gösteriyor.
Bunların Avrupa açısından ne denli demokratik adımlar olduğu tartışmaya açık. Bize göre demokratik değil. Ancak, şeriatla yönetilen ülkelerle, İslami eğilimleri ağır basan kesimlerin bu tartışmaya katılma konusunda ne kadar ehil olduklarını da ciddi bir şekilde sorgulamak durumundayız.
Her toplumun elbette ki duyarlılıkları vardır. Bunlara da saygı gösterilmeli. Ancak, demokratik ülkelerde, bu duyarlıklara rağmen, sistemin zorunlu bir önkoşulu da hoşgörüdür. Özetle, karşınızdakinin söylemini, giyimini ve yaşam tarzını beğenmeyebilirsiniz. Hatta bunlardan nefret edebilirsiniz. Fakat size herhangi bir zarar yansımadıkça buna katlanmak zorundasınız.
Günümüz Avrupa’sına bakıp Müslümanlara karşı büyük bir hoşgörüsüzlük dalgasının gelişmekte olduğunu söylerseniz bilinmeyen bir tespitte bulunmuş olmazsınız. Batı’da, Yahudi düşmanlığındaki temel
İster “Tanrı istiyor!” nidaları altında Müslümanları katledenlere zemin hazırlayan Ortaçağ’ın Katolik rahipleri olsun, ister Türklerle Rumlar arasındaki ilişkileri bozmak için kışkırtıcılık yapan Ortodoks papazlar olsun, ister 20’nci yüzyıl sona ererken “Katli vaciptir” fetvaları veren imamlar olsun, tarih din adamlarının oynadıkları gayri insani rollerin örnekleriyle doludur.
Bu sıraladıklarımıza Katoliklerle Protestanlar, Hindularla Müslümanlar, Sünnilerle Şiiler arasındaki düşmanlığa yakıt taşıyan din adamlarını da ekleyebiliriz tabii ki.
İmzacı din adamları
Burada Papa 16’ncı Benediktus’un Müslümanlar hakkında geçmişte sarf ettiği sözleri de hatırlamakta yarar var. Neyse ki, kilisesi şu anda çok çirkin ithamlarla karşı karşıya olan Papa bu konuda tövbe etmişe benziyor.
Ancak, burada çok büyük bir çelişki söz konusudur, zira tüm dinler “merhamet”ten ve “insan sevgisi”nden söz ederler. Fakat, “merhamet” ve “insan sevgisi”nden dem vuranların genelde kendi dindaşlarından ve kendi insanlarından söz ettiklerinin anlaşılması da çok zaman almaz.
Buna karşın, Bakü’de yapılan “İkinci Dünya Dini Liderler Zirvesi” çerçevesinde ve Rusya Ortodoks Kilisesi Patriği Kirill gözetiminde
Bir 24 Nisan daha geçti. Başkan Obama da beklendiği gibi, malum kelimeyi telaffuz etmedi. Net de bir rakam vererek soykırımı tekrar tarif etmekle yetindi. Bu da Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nu olmasa bile, Başbakan Erdoğan’ı memnun etti.
Ermeni diasporası ise Obama’ya “soykırım” demedi diye yine ateş püskürüyor. Obama’nın Ermenilerin soykırım için kullandıkları “Meds Yeghern” ifadesini kullanması ise diasporayı memnun etmedi.
Diasporadaki aşırı milliyetçi kesim, Türkiye ile Ermenistan arasındaki normalleşme sürecine verdiği güçlü destek yüzünden Obama’ya ayrıca kızgın. Obama, bu kesimi kızdıran başka şeyler de söyledi. Örneğin, “1915’te Ermenileri kurtaran Türklere” teşekkür etti.
Evet, yalan yanlış okutulan tarihimizde böyle şeyler çok yaşanmış. Romanı Türkçeye çevrilmiş olan Nobel ödüllü Avusturyalı yazar Franz Werfel de, “Musa Dağı’nda 40 Gün” adlı büyük eserinde Türklerin bu yönünden söz eder.
Obama ayrıca, Türkiye’de 1915 hakkında başlamış olan canlı tartışmadan da olumlu ifadelerle söz etti. Bu tartışmanın, Türk-Ermeni ilişkilerindeki kemikleşmiş algıları kırmak açısından önemli olduğunu, konuya insancıl açıdan bakabilen herkes görüyor.
Fakat dediğimiz gibi,
Ermenistan’ın Zürich Protokollerinin meclisteki onay sürecini dondurması, medyamızda bir an için “şok haber” furyasına yol açtıysa da, Dışişleri yetkililerinin “Heyecana mahal yok” kararına varmaları fazla zaman almadı.
Bunun Dışişleri Bakanı Davutoğlu’na aktarılması, onun da NATO toplantısı için bulunduğu Talin’den Başbakan Erdoğan’ı bilgilendirmesi üzerine, Erdoğan da -Erivan tarafından süreci zora sokan kişi olarak suçlanmasına rağmen- temkinli bir tepki gösterdi.
Sonuçta Erivan, “Ben süreci sonlandırıyorum” demedi. Başbakan Erdoğan’ın “Karabağ önkoşuluna” atıfta bulunarak, “Süreci dondurdum, ama Türkiye protokolleri Meclis’ten geçirirse biz de aynısını yaparız” mesajını verdi.
Bu söylenenler ise malumun ilanından ibaret. Zira süreç Karabağ yüzünden zaten “donmuştu.” Erivan ayrıca defalarca, “Ankara protokolleri onaylamadan önce biz onaylamayız” demişti. Buna karşın Erivan’ın başarılı bir diplomatik manevra yaptığı ortada.
Zira uluslararası camia nezdinde, Türkiye ile Ermenistan arasındaki normalleşme sürecindeki topu Türk tarafına atmış oldu. ABD’den önceki gün yapılan açıklama da bunda başarılı olduğunu gösteriyor. AB’de de “Bu işi Türk tarafı bozdu” algısının yaygın
“Ksenofobi”, yani “yabancı düşmanlığı” bir hastalıktır. Avrupa’da Türkler de bu hastalığın kurbanları arasındadır. Yabancı düşmanlığına tepki gösteren bir millet olmamız da bundan olsa gerek. Buna bakarak Türklerin bu tepkisinin “insanlığa verilen değerden” ötürü olduğu düşünülebilir.
Ancak, BBC’nin Globe Scan/Pipa kuruluşuna yaptırdığı ve sonuçları önceki gün neredeyse tüm gazetelerde yer alan araştırma, bilinen fakat bizde açıkça telaffuz edilmeyen bir gerçeği tekrar ortaya koydu. Başka ülkelerde yabancı düşmanlığı olabilir, ancak Türkler bu konuda “şampiyon.”
Aslında bunu anlamak için bu tür araştırmalara gerek yok. Etrafımızda konuşulanları dinlemek yetiyor. Yani burada bariz bir “sosyal patoloji”den söz ediyoruz. Patolojik durumların da genelde bir açıklaması vardır.
“Türkler niçin böyle?” sorusuna bir sosyal psikoloğun vereceği olası bir yanıt şöyle olabilir: “Çünkü bilgisizlikleri ile sosyal yetersizliklerini bu yoldan örtme çabasındalar.” Bu sözler bazılarına kuşkusuz ağır gelecektir.
Ama unutmayalım ki bu konuda “bidon kafalılar” veya “göbeğini kaşıyanlar” gibi Türkler için bundan çok daha ağır ifadeler kullanmış olan ve bizden kat kat daha popüler olan