Yıllardır, “kendimizi tanıtamıyoruz” diye yakınan Türkiye, sonunda “kamu diplomasisine” önem veriyor. Dışişleri Bakanlığı bu amaçla üst düzey bir diplomatı görevlendirirken, İstanbul’da bir “Kamu Diplomasisi Enstitüsü” kuruldu.
Dublin Büyükelçiliği’nde çalıştığımız 1970’li yıllardan bu yana bu konunun üzerinde duruyoruz. Fakat o sıralarda diplomatlarımızın bile bunun ne olduğunu anladıklarından kuşku duyuyorduk.
“Gece Yarısı Ekspresi” furyasının yaşandığı o günlerde, aynı zamanda öğrencisi olduğumuz Dublin Üniversitesi’ne “Maden” adlı Türk filmi gelmişti. “Gece Yarısı Ekspresi” yüzünden Türkiye’yi “medeniyetten nasip almamış bir ortaçağ cehennemi” olarak görenlerin fikirleri bu filmle değişmeye başlamıştı.
İrlandalı dostlarımız, “demek ki işçi sorunlarınızla, sosyal adaletsizliklerinizle bizim gibisiniz” demeye başladılar. Dönemin Dublin Büyükelçimize bunu aktardığımızda, “Bana komünistlerin filmlerini getirtemezsin. İstersen güzel İstanbul manzaralı Türkan Şoray filmi falan getirelim” diye ters bir yanıt almıştık.
Biz de bunun muhatap olduğumuz İrlandalıların akıllarına hakaret olacağını söyleyip, birkaç hafta sonra elçilikteki mahalli kâtiplik görevimizden istifa etmiştik. Toplam 10 yıl yaşadığımız İrlanda’da, ondan sonraki beş yıl zarfında, gazetelere yazdığımız yazılar, katıldığımız toplantılar ve edindiğimiz dostluklar sayesinde tek kişilik bir “kamu diplomasisi” yürütmüştük.
Türkiye’ye döndüğümüzde de bunu sürdürdük. Örneğin “Irish Times” gazetesinde yazan Kevin Myers adlı yazarın Türkiye hakkında yazdığı cahilane ve pis yazılara bilgili bir şekilde yanıt verdik.
Ülkenin en prestijli gazetesi olan Irish Times‘ta çıkan yazımızdan sonra Myers’a bir şeyler oldu. Bugün kendisi Türkiye’nin İrlanda’daki en hararetli savunucularındandır. Ama bu, “güzel manzaralı Türk filmleri göstermekle” olmadı.
Gerektiği zaman acı gerçekler üzerinden giderek oldu. Türkiye’nin sayısız olumlu yanını tanıtmak bu yoldan gidildiğinde çok daha kolay oluyor. O günkü üniversite arkadaşlarımıza gelince, bugün İrlanda’nın en önemli yazarları, yöneticileri, belediye başkanları, siyasetçileri vs. arasındalar.
1970’li yıllarda ektiğimiz dostluk tohumlarının getirisine bizzat tanık olanlardan biri de, İrlanda’da önemli işler yapan GAMA için bir ara çalışmış olan emekli Büyükelçi Nüzhet Kandemir’dir.
Kamu diplomasisinin zorluklarına işaret ederken günümüzden de bir örnek verelim. 10 yıl önce İstanbul’da hunharca öldürülen Chris Loftus ve Kevin Speight adlı Leeds United taraftarları bu günlerde İngiltere’de anılıyorlar.
Kulüp Başkanı Kevin Bates ise, polislerin gözü önünde saldıran katillerin hâlâ gerekli cezayı almamış olmalarından yakınıyor. “Avrupa’daki adalet kavramını hâlâ özümseyememiş olan bir Türkiye’nin AB üyesi olamayacağını” söylüyor. Konu futbol olduğu için İngiltere’de milyonlarca kişi de bu sözlere kulak veriyor.
Bates’e “sen önce kendine bak” diye anında kestirip cevap verilebilir tabii. Genelde yaptığımız da budur. Fakat bunun kamu diplomasisi açısından bir değeri yok. Sadece Türkiye’den yıllar boyunca yansıyan “inkârcı” ve “savunmacı” tutumu gösterir o kadar.
Bates, tabii ki, sadece kendisini ilgilendiren konuyu biliyor. Hrant Dink’in katilini adaletten kaçırmak için girişilen entrikalardan ve Abdi İpekçi, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Necip Hablemitoğlu ile birlikte birçok faili meçhul cinayete kurban gidenlerin hâlâ adalet arayan ailelerinden kuşkusuz haberi yok.
Sonuçta Batı’ya kamu diplomasisi yoluyla medeniyetimizi tanıtacaksak, önce Batı medeniyetinin “Mea Culpa” (“suçluyum” veya “günahkârım” olarak çevrilebilir) kavramını niçin en büyük erdemlerden saydığını anlamamız gerekiyor.
Türk kültürünü dünyaya tanıtan Nobel ödüllü Orhan Pamuk Batı’da seviliyorsa, bizde sanıldığı gibi Türkiye’yi kötülediği için değil, bu nedenle sevildiğini kavrayabilmemiz gerekiyor.
Yoksa dayayın güzel manzaralı İstanbul filmlerini gitsin.