Bu haftanın en önemli dış politika gelişmesi kuşkusuz Washington’da yarın başlayacak olan “Nükleer Güvenlik Zirvesi” olacak. Bu çerçevede gözler de Başbakan Erdoğan’a dönecek.
Zira Erdoğan zirveye “tarafsız” bir lider olarak değil, “İran’ın avukatı” olarak katılıyor. En azından genel algı bu yönde. Erdoğan’ın İsrail’in nükleer silahları konusunda yaptığı ve dünya basınının geniş yer verdiği son açıklamaları da bu izlenimi pekiştirdi.
Oysa bu konuda tarafsız olabilseydi, nükleer silahsızlanma açısından bölgenin en etkin lideri olabilirdi. Fakat İsrail’e duyduğu antipatiden kaynaklanan fevri açıklamaları bu potansiyel rolü oynamasını engelledi.
Erdoğan’ın, İran’ın nükleer emellerine dönük uluslararası eleştirileri İsrail’in nükleer silahlarıyla “dengelemeye” çalışması aslında temel bir mantık hatası içeriyor. İsrail’de nükleer silah varsa, bunun yanıtı İran’ın nükleer emellerine yeşil ışık yakan bir tavır olmamalıydı.
Erdoğan tabii ki, “bunu yapmıyorum, tüm bölgenin bu silahlardan arındırılmasını istiyorum” diyor. Fakat buna samimi olarak inanan birisinin, İran’ın nükleer emellerine de somut bir şekilde değinmesi ve buna kararlı bir şekilde karşı çıkması gerekirdi.
Türk diplomasisinin de, eşit ağırlıklı girişimlerle hem İran’ı, hem de İsrail’i bu yoldan caydırmaya çalışması gerekirdi. Oysa Erdoğan bugüne kadar hep “başkalarında varsa İran’da neden olmasın” görüşüne yakıt taşıdı. Tahran da, haliyle, bundan dolayı kendisine müteşekkir.
Aslında “İslami dayanışma” güdüsünden sıyrılıp, bu konuda gerçekten tarafsız olabilseydi Erdoğan’ın ne denli etkin bir lider olabileceğini son gelişmeler gösteriyor.
Haberlere göre, İsrail Başbakanı Netanyahu, Erdoğan’ın yaklaşımı nedeniyle zirveye katılmaktan vazgeçmiş. Yerine alt düzey bir yetkiliyi gönderecekmiş.
Bu da gösteriyor ki Erdoğan aslında İsrail’i çok iyi bir yerden yakalamış bulunuyor.
Başkalarının nükleer silahları sorgulanırken, İsrail’in “Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’na” (NPT) taraf olmayı reddetmesi gerçekten garip bir çelişki.
Bu nedenle Erdoğan’ın söylediği özde doğru. Fakat burada İsrail’e çıkış yolunu sağlayan yine de kendisinin İran’ın nükleer emelleri konusundaki yumuşak ve yanlı tutumudur. Bu tutum sürdükçe de, Türkiye’nin “Ortadoğu bu tür silahlardan tümüyle arınsın” politikasına hiçbir Batılı ülkeden destek gelmeyecektir.
Tam aksine, Batı İsrail’in nükleer silahlarına göz yummaya devam edecektir. Çünkü ortada, Ahmedinecad gibi, “İsrail yok edilmeli” diyen ve nükleer silah peşinde olduğundan şüphe edilen radikal bir lider var. Bu arada Suudi Arabistan ve Mısır gibi, Batı’ya yakın duran Sünni Arap yönetimleri de boş durmayacaklardır.
Erdoğan’ın mantığından giderek, “İsrail ve Şii İran da olacaksa, biz de tedbirlerimizi almak zorundayız” diye düşüneceklerdir. Özetle Erdoğan’ın yanlı ve dışarıda “onda varsa ötekinde neden olmasın” diye anlaşılan yaklaşımı, bölgede nükleer silahlanma yarışını körükleyecek niteliktedir.
Ancak Erdoğan, “kardeşi Ahmedinecad”ı kızdırma pahasına, “İran’ın nükleer silah sahibi olması Türkiye tarafından kabul edilemez. Bölge barışı açısından İran’ı imzaladığı uluslararası antlaşmalara sadık kalmaya davet ediyoruz” diyebilseydi durum farklı olurdu.
O zaman Erdoğan’ın “biz küresel barışı savunuyoruz” sözü de daha anlamlı olurdu. Ancak Erdoğan bu tür sözleri bir türlü telaffuz edebilmiş değil.
İşte bu açıkladığımız nedenlerden dolayı, Türkiye’nin Washington’daki zirvede NATO müttefikleri ve Avrupalı ortakları ile ters düşüp, “Rasmussen” olayında olduğu gibi, tekrar yalnız kalması riski göz ardı edilemez.