Almanya Başbakanı Angela Merkel’in Ankara ziyaretinde gerginlik çıkmadı. Merkel ile Başbakan Erdoğan, görüşmeleri öncesinde, Türk ve Alman basınında çıkanları kollayarak gerginliğe fırsat vermediler. Ancak, bu ziyaretten, “kriz çıkmaması” dışında çok fazla bir şeyin çıktığı da söylenemez.
Önce şu “Almanya’da Türk lisesi” meselesine bakalım. Haberlere bakılacak olursa, Merkel bu konuda “geri adım atıp”, şimdi, “Bu okullar açılabilir” demiş. Ancak Merkel’in, tam olarak neye onay verdiğini doğru anlamalıyız.
Başbakan Erdoğan’ın bizdeki Alman liselerine işaret edip “mütekabiliyet” kavramını dolaylı yoldan gündeme getirmesi aslında Merkel’in işine yaradı. Çünkü Almanya’da Türkiye’deki Alman liselerin sayısı kadar Türk lisesinin açılması hiç kimseyi rahatsız etmez.
Fakat Erdoğan’ın “Almanya’da Türk lisesi” kavramını ilk ortaya attığında kastettiği herhalde bu değildi. Olamaz da, zira Almanya’da yaşayan üç milyon Türk varsa, okul çağında olan Türklerin sayısını 10 binlerle, hatta yüz binlerle ölçmek gerekiyor.
Almanya’nın bu kadar büyük bir kesim için Türkçe eğitim yapan okullara izin vermesi, eşyanın tabiatına ters düşüyor. Bu açıdan bakıldığında, bu okullar meselesinde geri adım
Almanya Başbakanı Angela Merkel’in bugün başlayacak iki günlük resmi ziyareti öncesinde nefesler tutuldu. Ankara’da yapılacak Türk-Alman görüşmelerinin sıkıntılı geçeceğine dair işaretler de artıyor.
Sonuçta her iki tarafta pozisyonlarında son derece kararlı görünen iki liderden söz ediyoruz. Geçen hafta bir grup Türk gazeteciyle birlikte kendisiyle yaptığımız görüşmede Merkel’in kararlılığına bizzat tanık olduk.
Kendisi Türkiye’nin AB üyeliği konusunda herhangi bir geri adım atmıyor. Türkiye ziyaretinde bu konuda bir “güzellik” yapması da söz konusu değil. Tam aksine, konu açıldığında Türkiye için önerdiği “imtiyazlı ortaklığı” tekrarlayacak ve bu ortaklıktan ne anladığını anlatacak.
Özetle Merkel, “Üyelik için müzakere edilen ancak beraberinde kurumsal iç içe geçmişliği getirmeyen fasıllar açısından bir sorun yok” diyor. Bunun da 35 fasıldan 27-28 faslı kapsadığını hesaplamış. Merkel ayrıca, “İster ekonomik, ister güvenlik alanlarında olsun, Avrupa ile Türkiye arasında zaten yoğun işbirliği var. Bunu daha da geliştirmeliyiz” diyor. Kısacası, Başbakan Merkel Türkiye’yi “kurumsal Avrupa”nın “içinde” değil “yakınında” istiyor. Yani Türkiye ile “klinik, fakat işlevsel olan bir
Anayasa bir ülkenin en önemli belgesidir. Anayasa aynı zamanda bir “sosyal kontrat”, yani “toplumsal sözleşme”dir. Bu belgeler devletin yapısıyla, devlet-vatandaş ilişkilerinin ve vatandaşlar arasındaki hukukun çerçevesini çizerler.
Bu basit tanımlama bile anayasaların yangından mal kaçırırcasına, ince hesaplar ve siyasi manevralarla ortaya çıkarılmaları veya değiştirilmelerindeki sakıncayı ortaya koyuyor.
Özetle, geniş toplumsal mutabakatla hazırlanıp doğru zemine oturtulmadıkları zaman, anayasaların kalıcı olması zorlaşıyor. Kendi tarihimizde gördüğümüz de budur.
Öte yandan, geniş mutabakat sağlandığında anayasalar kalıcı olabiliyorlar. Kalıcı anayasaların en iyi örneği ise, dünyanın en öz fakat aynı zamanda en eski yazılı anayasası olan, 1787 tarihli Amerikan Anayasası’dır.
223 yıllık tarihinde, siyasiden çok sosyal ve ekonomik gelişmelerin getirdiği zorunluluklar nedeniyle sadece 27 değişikliğe uğramış olan bu belgenin temeli hep aynı kalmıştır. Özünde yatan düşünce ise “Bireyin yaşam, özgürlük ve mutluluk için çalışma hakkının tartışılmaz olmasıdır.”
AKP iktidarı önerdiği değişikliklerle Türkiye’ye yeni bir anayasa vermeye çalışıyor. Bunun için hazırladığı paketin
Almanya Başbakanı Angela Merkel Türkiye’ye yapacağı ziyaret öncesinde bir grup Türk gazeteciye konuştu: İmtiyazlı ortaklık şimdi müzakere edilen 35 fasıldan 28’ini kapsayacak
Almanya Başbakanı Angela Merkel, Türkiye için AB’ye tam üyelik yerine önerdiği “imtiyazlı ortaklıktan” geri adım atmayarak, bununla mevcut üyelik müzakerelerindeki 35 fasıldan 28’ini kapsayan bir işbirliği öngördüğünü söyledi.
29-30 Mart tarihlerinde Türkiye’ye bir ziyarette bulunacak olan Merkel, Ankara’daki görüşmelerinde Kıbrıs meselesinin önemli bir yer tutacağını ve Türkiye’nin limanlarını Rum bandıralı gemilere açmasını isteyeceğini açıkça hissettirdi.
VİZE MÜJDESİ YOK
Merkel ayrıca vize konusunda herhangi bir müjde vermedi. Bu konuda ilerleme sağlanmadan önce Türkiye’nin dış sınırlarının güven altına alınması ve kaçak işçilerin iadesi anlaşmasının Ankara tarafından kabul edilmesi gerektiğini belirti.
Başbakan Merkel, Türkiye ziyaretinden önce Berlin’deki Başbakanlık binasında bir grup Türk gazeteciyi kabul etti. İki ülke arasındaki önemli ortak çıkarların varlığına işaret eden Merkel, bunlardan birisinin terör ile mücadele olduğunu belirtti.
PKK’yı onaylamadıklarını sözlerine ekleyen Merkel,
Hafta sonunu Kuzey Kıbrıs’ta geçirdik. Bu vesileyle Başbakan Derviş Eroğlu ile bir yemek yeme fırsatını bulduk. Ayrıca Eroğlu’nun 18 Nisan’da yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimleri için kampanyasını başlattığı şölene katıldık. Bu arada her kesimden insan ile konuşmaya çalıştık.
KKTC’de “Ankara’nın tercihi” olarak görülen Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ve Cumhuriyetçi Türk Parti’ye karşı yaygın bir tepkinin oluştuğuna tanık olduk. Bunu geçmişte Talat’a ve CTP’ye yakın durmuş isimlerde bile gördük.
Ulusal Birlik Partisi Başkanı ve Başbakan Derviş Eroğlu’na doğru ise yoğun bir eğilim sezdik. Genel varsayım Eroğlu’nun Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kolay kazanacağı yönünde. Merak edilen ise bunun ne kadar farkla gelen bir zafer olacağı.
KKTC’de Cumhurbaşkanlığı seçimleri iki turda yapılıyor. Eroğlu ise “yüzde altmış yeter, bu iş ilk turda biter” diyor. Eroğlu’nun ilk turda kazanacağına inananların sayısı da az değil. Ancak yüzde 60’ın üzerinde bir destek sağlarsa bunun daha da iyi olacağını söyleyenler var.
Elden geldiğince güçlü bir zaferin, her şeyden önce, Eroğlu’nun elini Ankara’ya karşı güçlendireceğine inanılıyor. Zira buradaki kemikleşmiş kanaate göre AKP iktidarı
Tarih sanki tekrar ediyor. Öyle anlaşılıyor ki, siyasi alanda yaşananların faturası yine masum insanların önüne konacak. Başbakan Erdoğan’ın “100 bin Ermeniyi süreriz” anlamına gelen sözlerinden başka bir anlam çıkmıyor.
Bu arada, ne Erdoğan’ın dün söylediği “Sözlerim çarpıtıldı” açıklaması ne de “AKP sözcülerinin “Erdoğan yanlış anlaşıldı” şeklindeki açıklamaları ikna edici. Sonuçta Erdoğan BBC’ye verdiği demecinde gayet açık ve kuşkuya yol açmayacak şekilde, üstüne basa basa konuştu.
Özetle, 100 bin Ermeniyi şu anda, Can Dündar’ın da geçen gün belirttiği gibi, “Erdoğan’ın rehini” olarak görebiliriz. Peki bu insanlar Türkiye’ye niçin gelmişler? Burada niçin kaçak olarak çalışıyorlar? Aslında bunu en iyi Türklerin anlaması gerekmez miydi?
Ekonomik sıkıntılar nedeniyle 10 yıllar boyunca evlerini barklarını bırakıp çalışmak için “gurbete” giden, bir çoğu Batılı ülkelere kaçak veya yasadışı yollardan girenler Türkler değil mi? Onun için, Erdoğan’ın bu sözleri Türkiye açısından son derece yakışıksız oldu.
Dünya nezdinde itibarımızı lekeleyen bu sözlerin, özellikle mevcut hassas ortamda, Ankara’ya ne kazandıracağı da belli değil. Bu durumda, yeminli Türk düşmanı olan Ermeni
Ankara’da yapılan Küresel Terörizm ve Küresel İşbirliği Sempozyumu sırasında Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ ile biz de sohbet etme fırsatını bulduk. Konuştuklarımız ise daha çok medya üzerineydi.
Basından da takip edileceği gibi, bu konuda kendisinin eleştirel bir yaklaşımı var. Bazı şeylerin iyi araştırılmadan yazıldığına inanıyor. Genelkurmay Başkanlığında bu konuda bir rahatsızlığın olduğu aşikâr.
Biz de kendisinin, sempozyumdaki konuşması sırasında, terörle mücadelede istihbaratın etkin olması için zamanlı olmasının gereği üzerinde durduğunu anımsattık. Medya için de aslında benzeri bir durumun söz konusu olduğunu belirttik.
Genelkurmay Başkanlığı’nın en üst düzey yetkililerinin “Bize sorun” şeklindeki açıklamalarına değinerek, bunu geçmiş yıllarda bizzat sınadığımızı söyledik. Ancak, Genelkurmay’ın ilgili biriminden çoğu kez zamanlı ve tatminkâr yanıtlar alamadığımızı ifade ettik.
Bu çerçevede, “üç gün sonra gelen bir yanıtın terörle mücadelede geç gelen istihbarat gibi, hızlı bir alan olan habercilik açısından fazla bir şey ifade etmediğini” vurguladık. Org. Başbuğ bu konuda bize katıldı. Bilgi akışıyla ilgili sistemi bugüne kadar istedikleri gibi
Demokrat Parti Genel Başkan Yardımcısı, eski diplomat ve dostumuz Sinan Ülgen’den bir kitap aldık. Adı “Stratejik Derinliğe Düşen Türk Dış Politikası.” Burada tabii ki Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” adlı kitabına bir gönderme var.
Yönetiminde Mehmet Ali Bayar gibi başarılı eski bir başka diplomatı da barındıran DP adına hazırlanan bu kitap, doğal olarak, AKP’nin dış politikasına eleştirel bir yaklaşım getiriyor. Ancak, okunduğunda görüleceği gibi, bu elden geldiği ölçüde nesnel olarak yapılmaya çalışılıyor.
Bu çerçevede, Ortadoğu ülkeleri ile geçmişte ihmal edilen ilişkilerin geliştirilmesi, Güvenlik Konseyi geçici üyeliği, Avrupa Konseyi Parlamenter Meclis Başkanlığı’nın Türkiye’ye geçmesi ve Sırbistan ile Bosna arasında yürütülen arabuluculuk gibi gelişmeler AKP’nin “başarı” hanesine yazılıyor.
Eleştiri kısmına gelince bunların “yapıcı” olmakla birlikte biraz da “yakıcı” olduğunu söylemek gerekiyor. Örneğin, yukarıda sıralanan başarılara işaret edilmekle beraber, AKP’nin dış politikası bir “sarhoş yürüyüşüne” benzetiliyor. Bununla “bir politikanın belli bir odak ve öngörülebilirlikten yoksun olması”nın kastedildiği belirtilerek şu yargıya yer