Başbakan Erdoğan Brezilya’da yaptığı açıklamalarda “İran pokerindeki” potayı beş misli arttırdı.
“Kimler konuşuyor diye baktığınız zaman konuşanların hepsinde nükleer silah var” sözleri bunu açıkça ortaya koyuyor.
Burada Erdoğan’ın yarım asırlık bir evveliyatı olan ve Türkiye’yi de içine alan nükleer savunma politikaları konusuna ne kadar vakıf olduğunu tartışmayacağız. Ancak, Türkiye’nin İran politikasının özellikle Türk-Amerikan ilişkileri açısından yüksek riskli bir oyuna dönüştüğü de kesin.
Başkan Obama seçildiğinde Türk-Amerikan ilişkilerinin en iyi dönemine girileceği öngörüsünde bulunan Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun, Brezilya’dan apar topar Washington’a geçecek olması da, bu durumda, “hasarı azaltma çabası” olarak görülebilir.
Zira düne kadar Türkiye’den yana olan New York Times yazarı Thomas Friedman gibi önemli kalemlerden bile artık aleyhimizde zehir zemberek yazılar çıkıyor. Özetle bu mesele Türkiye için “İsrail’de nükleer silah var, İran’a niçin karşı çıkıyorsunuz” yaklaşımını aştı.
Ankara ne yapabilir?
İran’ın Türkiye ve Brezilya tarafından ortaya atılan uranyum takası formülünü kabul ettiğini Viyana’daki
Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’na (IAEA) resmen bildirmesi, Washington’un Ankara’ya duyduğu kızgınlığı daha da arttırdı. Amerikan basınının bu gelişmeyi “İran’dan yeni meydan okuma” gibi garip başlıklarla duyurması da bunu gösteriyor.
Fakat Başbakan Erdoğan’ı İran’ın samimi olmadığı konusunda ikna etmek için “telefonda bir saat dil döktüğü” belirtilen Başkan Obama’yı asıl kızdıran şey, Türkiye-Brezilya önerisine güçlü isimlerin de destek vermeye başlamalarıdır. Örneğin IAEA’nın eski Başkanı Muhammed El Baradey.
Baradey, France24 kanalına 18 Mayıs’ta verdiği demeçte, söz konusu önerinin ve İran’ın bunu kabul etmesinin çok önemli bir gelişme olduğunu söyledi. Bu gelişmenin İran açısından yabana atılamayacak bir “güven arttırıcı adım” olduğunu belirten Baradey, Tahran’ın “zaman kazanmak için bir oyun oynadığına inanmadığını” da vurguladı.
Nükleer enerjinin silahlara yönlendirilmesini önlemek için gösterdiği çabalardan dolayı 2005’te Nobel Barış Ödülü’nü kazanan Baradey’in -ABD’nin de zamanında kabul ettiği- “uranyum takası” formülünün fikir babası olduğunu hatırlamakta
Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP Genel Başkanlığı’na olağanüstü bir destekle seçilmiş olmasının Türkiye’de sosyal demokratlar için yeni bir sayfa açmasını temenni edenlerdeniz. Ancak bu “yeni CHP’nin” AKP iktidarını ne kadar zorlayacağını şimdiden söylemek de zor.
Bunu görmemiz için yine de çok beklememiz gerekmeyecek. Zira yakında seçimlerin “sath-ı mahalline” giriyor olacağız. Partilerdeki hesaplar da şimdiden buna göre yapılmaya başlandı.
Başka bir deyişle, CHP’nin sloganların ötesine geçip sözlerini somutlaştırması için kaybedecek zamanı yok. Partinin yeni kurmaylarının kendilerini kurultay zaferinin “mistiğine” kaptırıp, “bu iş oldu” havasına girmeleri ise yeni pişmanlıklara zemin hazırlayacaktır.
Kılıçdaroğlu’nun seçilmesinin, CHP açısından başarısız bir dönemin kapatılıp başarılı bir dönemin açılması için ciddi bir siyasi potansiyel yarattığı da elbette ki yadsınamaz. Onun için biz de bu gelişmenin Başbakan Erdoğan açısından çok da memnun edici olduğunu sanmıyoruz.
Fakat, dediğimiz gibi, bu siyasi potansiyelin gerçeğe dönüştürülmesi için CHP’nin şimdiye kadar gösterdiği performansın çok ötesine geçmesi gerekecek. Sonuçta, siyasi vaatlerde bulunmakla bunları hayata
Türkiye ile Brezilya’nın İran ile uranyum takası konusunda sağladıkları anlaşma açısından kritik saatler yaşanıyor. Bu yazı yazıldığı sıralarda İran anlaşmayı kabul ettiğini içeren mektubu Viyana’daki Uluslararası Atom Enerjisi Ajanı’na (IAEA) hâlâ göndermemişti. Oysa varılan mutabakata göre Tahran’ın bunu yedi gün içinde yapması gerekiyordu. Bu süre dolmak üzere.
Varılan anlaşmanın -ABD ve Batılı ülkelerden gelen itirazlara rağmen- anlamlı olması için Tahran’ın bu adımı mutlaka atması gerekiyor. ABD’nin başını çektiği grubun, bu anlaşmaya rağmen, İran’a karşı yaptırım taslağını Güvenlik Konseyi’nde dağıtmasından sonra Tahran’ın bu adımı atıp atmayacağı ise belli değil.
Uluslararası gözlemciler, Ahmedinecad yönetiminin bu adımı atması halinde bunun Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri Çin ve Rusya üzerinde etkili olacağını söylüyorlar. Yaptırımlar konusuna zaten soğuk bakan bu iki ülkenin, bundan yararlanmak isteyeceklerini düşünüyorlar. Tahran’da geçen pazartesi günü varılan anlaşmaya rağmen devam eden belirsizliklerin giderilmesi için diplomasi yolunu tercih edeceklerini tahmin ediyorlar.
Hal böyle olunca, Washington’un -ve özellikle de İsrail’in- İran’ın söz konusu mektubu
Türkiye’nin Brezilya’nın desteğiyle İran’ı uranyum takası konusunda ciddi bir tavize ikna etmesi bir diplomatik başarıdır. Haftalardır “Uranyumumuzu kesinlikle yurtdışına göndermeyiz” diyen Tahran böylece göz ardı edilemeyecek bir adım atmış oldu.
Ancak, kutlamalara başlamak için zamanın erken olduğunu gösteren gelişmeler de yaşanıyor. Örneğin Tahran, iyi niyetine kuşku düşürecek beyanlara hemen başladı. İran Atom Enerjisi Kurumu Başkanı Ali Ekber Salihi, varılan anlaşmaya rağmen ülke içinde uranyum zenginleştirmenin süreceğini söyledi.
Bu da Türkiye’ye takas için gönderilmesi öngörülen 1.200 kilogram, yüzde 3.5 zenginleştirilmiş uranyumun stokların tümünü temsil etmediğini gösteriyor. Batılı yetkililer de zaten 1.200 kilogramın geçtiğimiz ekim ayına ait bir rakam olduğunu, aradaki zaman içinde bunun bir misli arttığını belirtiyorlar.
ABD’nin başını çektiği Batılı ülkeler de bu hususun peşini bırakmamaya kararlı görünüyorlar. Zaten Batı, Tahran’da varılan anlaşma konusunda ikna olmuş değil. Bu arada Türkiye’ye karşı bir tepki olduğu da görülüyor. Zira Batı basını Tahran’da varılan anlaşmadan sonra Ankara açısından son derece manidar yorumlarda bulunuyor.
Örneğin Financial
Hükümet, İran’a karşı yaptırımlar yerine diplomasi yolundan gidilmesi konusunda Güvenlik Konseyi daimi üyeleri Rusya ile Çin’i yanına çekmeye başardığı için memnun. Ancak Ankara açısından asıl sınav şimdi başlıyor. Zira sıra İran’ın da bazı adımları atma konusunda ikna edilmesine geldi.
Bu nedenle gözler şimdi, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun hafta sonunda İranlı muhataplarıyla gerçekleştirdiği temasların ardından, Başbakan Erdoğan’ın Brezilya
Devlet Başkanı de Silva ile birlikte Tahran’da yapacağı görüşmelerin sonuçlarında olacak.
İran’ın, siyasi riskleri de göze alarak kendisi için çaba sarf etmiş olan Türkiye’nin girişimleri konusunda samimi olup olmadığı da böylece kısa sürede netleşecek. Daha önce de sık sık belirttiğimiz gibi, Ahmedinecad yönetiminin samimiyeti kanıtlanabilirse bunun Türkiye’nin ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun başarı hanesine yazılacağı kesin.
Bu nedenle önümüzdeki günlerde yaşanacaklarla Türk-İran ilişkilerindeki samimiyet de sınanmış olacak. Böylece İran’ın, Türkiye’nin iyi niyetli çabalarını art niyetle ve sırf zaman kazanmak için kullanıp kullanmadığı da ortaya çıkmış olacak.
Hem bizim temas ettiğimiz, hem de Batılı gazetecilere konuşan
Fotoğraflardan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun keyfi yerinde görünüyor. Olmaması da mümkün değil. Zira dış politika yönetiminde işler fena gitmiyor. Ermenistan meselesi beklendiği gibi klinik bir şekilde arka plana itildi. Süreç bitmiş değil ama yeni bir ortam oluşana kadar biraz dondurucuda beklemesi gerekecek.
Dikkatler de zaten şu anda başka konulara yönelmiş bulunuyor. Örneğin İran konusunda Türkiye’nin Brezilya ile sarf ettiği çabaların boşa çıkmayacağını gösteren işaretler geliyor. Batı bundan hoşlanmayabilir ama, Ankara, Rusya ve Çin’i de İran’ın diplomatik yollardan teşvik edilmesi konusunda ikna etmişe benziyor.
Gözler şimdi “uranyum takası” konusunda Türkiye’de yapılması ve AB Dışişleri Bakanı Lady Ashton’un Batı’yı temsil etmesi beklenen olası zirveye dönmüş bulunuyor. Bu arada Tahran’dan da “Türkiye ve Brezilya’nın yeni önerisi görüşülebilir” şeklinde olumlu mesajlar geliyor.
Türk tarafı bu önerinin ne olduğu konusunda ketum. Yetkililer “Hassas bir noktadayız” demekle yetiniyorlar. Ancak Başbakan Erdoğan’ın Tahran’a yapacağı ziyaretten olumlu sonuç çıkması olasılığı da artmış bulunuyor. İran alacağı garantiler karşısında uranyum takası önerisini kabul
Deniz Baykal’ın, üstelik Türk-AB Ortaklık Konseyi’nin yapıldığı bir sırada, CHP Genel Başkanlığı’ndan istifa etmesi AB çevrelerinde de büyük ilgi uyandırdı. Bunun böyle olmaması da mümkün değildi. Sonuçta Baykal ve CHP Avrupa’da Türkiye’nin AB perspektifi açısından “yapıcı” değil, “engelleyici” bir güç olarak görülüyorlar.
Bu algı CHP’nin, örneğin 301’inci madde konusunda takındığı tutum gibi nedenlerle, zamanla kemikleşti. CHP, AB’nin istediği parti kapatmalarla ilgili son anayasa değişikliği maddesinin düşmesinin de asıl nedeni olarak görülüyor. Şimdi merak edilen ise, Baykal’sız bir CHP’nin kendisini yenileyip kitle desteği alabilecek ve bu arada AB perspektifini ilerletecek bir parti olup olamayacağıdır.
Bize önceki gün bunu sorduklarında yabancı ajanslara verdiğimiz yanıt ise kendilerini şaşırttı. Zira CHP Genel Başkanlığı’ndan istifa etmesine rağmen, Baykal’ın siyaset arenasından çekildiğine inananlardan değiliz. İstifasını açıkladığı basın toplantısı da zaten bir “siyasi veda hutbesi” değil, “siyasi mücadeleye sonuna kadar devam” deklarasyonuydu.
Bunu anlayan partililer de anında Baykal’ın arkasında kenetlendiler. Şimdi gözler elbette ki CHP’nin kurultayında olacak.