Türkiye, Suriye, Lübnan ve Ürdün arasında serbest ticaret ve vizesiz dolaşımı başlatmak için kurulan “Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi” bazıları tarafından “Ortadoğu Birliği kuruluyor” diye yorumlandı. Ancak, AB kıstas ise bu düzenlemeden bir “birliğin” çıkmayacağı aşikâr. Çıkmaz çünkü bu adımın AB gibi bir olguya dönüşmesi için gerekli olan siyasi, kurumsal ve hukuksal altyapı mevcut değil.
Kaldı ki, Türkiye’nin AB ile olan gümrük birliği anlaşmasının da bu çerçevede getirdiği bazı kısıtlamalar var. Bu “teknik ayrıntılara” rağmen hükümet ortaya atılan “Ortadoğu Birliği” benzetmesinden yine de memnundur. Zira bunun Türkiye için ortaya koyduğu “büyük vizyon” açısından belli bir “popülist getirisi” olacağı aşikâr.
Ancak, Ortadoğu ülkeleri arasında bir birliği andıran siyasi ve ekonomik ortaklıkların kurulması düşüncesi AKP’ye has değil. Geçmişte çeşitli hükümetler bunu zaman zaman dillendirdiler. Örneğin rahmetli Erdal İnönü, dışişleri bakanlığı sırasında, Ortadoğu için (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı) gibi “AGİT” adıyla bir örgütün kurulmasını önermişti.
Fakat bölgesel gerçekler bu gibi temennilerin gerçekleşmesini geçmişte her zaman engelledi. Bugün ise değişim
Türkiye’nin İran konusunda yalnız kalması Ortadoğu sokaklarında “onurlu duruş” olarak alkışlanıyor olabilir. Ancak bu sonucun Türkiye’nin bölgedeki etkinliğini gerçekten arttırıp arttırmayacağı tartışılır. Konuya Mısır’ın bölgedeki rolü ve Hamas’ın Kahire ile olan ilişkileri açısından bakacak olursak, Türkiye’de yaratılmaya çalışılandan farklı bir görüntü çıkıyor ortaya.
Bizde, Mısır’ın da İsrail gibi Gazze’ye abluka uygulayıp Refah sınır kapısını kapatmasına bakılarak, her şeyde olduğu gibi, yüzeysel sonuçlara varılıyor. Mavi Marmara krizinde kamuoyu baskısı yüzünden Refah kapısını sınırlı bir şekilde de olsa açmak zorunda kalan Mısır’ın Hamas tarafından “düşman” bellendiği sanılıyor.
Ancak Hamas’ın bu ülkeyi “bölgenin ağabeyi” olarak gördüğü ve Filistinliler arasında uzlaşma sağlanması için Ankara’ya değil, esas Kahire’ye baktığı bizde “seçici bir şekilde” göz ardı ediliyor. Oysa Hamas’ın Gazze’deki lideri İsmail Haniye’nin, kendisini geçen hafta ziyaret eden ve aralarında radikal İslamcı milletvekillerinin de bulunduğu Mısır heyetine söyledikleri bu gerçeği yeniden gözler önüne serdi.
Mısır’da yayınlanan “Al Masri Al Youm” gazetesinin 10 Haziran tarihli haberine
ABD açıkça göstermemeye çalışıyor ama İran konusunda Türkiye’ye ateş püskürüyor. Aşağıda Amerikalı bir yetkilinin bize söylediklerini vereceğiz. Ancak ilk etapta şunu belirtelim. Washington’a göre Türkiye, İran’a karşı yaptırımları reddetmiş olsa da, uluslararası hukuktan kaynaklanan yükümlülükleri nedeniyle bunlara uymak zorunda. Özetle Türkiye bu karara uymazsa Ankara-Washington hattı daha da gerilecek.
Şimdi yetkilinin sözlerine, yer yer kendi yorumlarımızı da katarak, maddeler halinde bakalım:
1- Başkan Obama, Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan ile yaptığı telefon görüşmelerinde Türkiye’nin İran oylamasında en azından “çekimser” kalması için çalıştı. Başarılı olamayınca Washington’da Türkiye karşı sinirler gerildi.
2- Washington, Türkiye’nin Batı’nın tersine giden tavırlarında şu aşamada “gelişen bir eğilim” görmüyor. Ancak, Türkiye’nin Batı’yı ilgilendiren önemli konularda nasıl davranacağından da emin olamıyor. Bu nedenle Türkiye ile ilişkilerini bundan böyle, münferit olaylar çerçevesinde (“issue by issue”) ele alacak.
3- ABD, NATO üyesi Türkiye’nin, kendisinden yardım isteyen müttefiklerinin yanında yer alması gerektiğine inanıyor.
4- Amerikalı yetkilinin
BM Genel Sekreteri Ban Ki-mun, Mavi Marmara gemisinde olanları soruşturmak üzere uluslararası bir komisyonun kurulması için çağrıda bulundu. Buna göre, Yeni Zelanda’nın eski başbakanlarından Sir Geoffrey Palmer’ın başkanlığını yapacağı komisyonda İsrail ve ABD de yer alacak. Ancak, Ankara’nın bu çağrıya tepkisinin ne olduğunu anlayamadık.
İlk etapta çıkan “Genel Sekreter uluslararası soruşturma talebimizi kabul etti” türünden heyecanlı haberlere rağmen, hükümet bu konuda renk vermedi. “Biz mi atladık?” diye dışişlerinin sitesine baktık, ama orada da bir şey yoktu.
Bundan, Ban Ki-mun’un önerdiği soruşturma formatının AKP iktidarının hoşuna gitmediğini çıkarmak durumundayız.
AKP kanadında, İsrail ve ABD’nin yer alacakları bir komisyonun “nesnel” olamayacağı görüşünün hâkim olduğunu tahmin etmek güç değil. Neyse ki İsrail’in, Ban Ki-mun’un çağrısını reddetmesi ve soruşturmanın kendisi tarafından yapılacağını açıklaması Ankara’yı da bu çağrı konusundaki görüşünü ortaya koyma sorumluluğundan kurtardı.
AKP’nin nesnelliği
Fakat işaret ettiğimiz hususlar bile, bu “soruşturma meselesinin” Türkiye’nin sandığından çok daha çetrefil olacağını gösteriyor.
Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay Fethullah Gülen’in Gazze’ye yardım götürülme şeklini eleştirmesi üzerine “Uzaktan bakınca demek ki olaylar öyle görünüyor” demiş.
Günay’ın eminiz hiç kastetmediği şekilde doğru olan bir söz bu. Zira uzaktan bakan ormanı görür. Yakından bakan ağaca takılır kalır. Özetle, geniş bakış açısı ile sınırlı bakış açısı arasındaki farktan söz ediyoruz.
Son yazımızda Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun bu kriz sırasında gösterdiği performansın “devlet aklını” yansıttığını söyledik. Bununla, gelişmelere geniş açıdan bakarak İsrail’e tepkiyi meşru zemine oturtmasını kastettik.
Nitekim Güvenlik Konseyi ile NATO’yu da bununun için ilk etapta harekete geçirebildi. Ancak, bu hadisede toz duman yatıştıkça Ankara’yı Batı ile ilişkilerinde çok sıkıntılı günlerin beklediğini de görüyoruz.
Batı medyasının da, ilk günün heyecanından sonra, Türkiye’nin aleyhine dönmeye başladığına tanık oluyoruz. Netanyahu hükümetinin Türkiye’ye karşı propaganda atağı da zaten hemen başladı.
İsrail Gazze’ye giden “Rachel Corrie” adlı yardım gemisindeki Batılıların, İsrail komandolarına direnmemeleri ve gerçek anlamda “pasif direniş” göstermelerini ilk andan itibaren
Devlet adamları “vizyoner” olabilirler. Fakat “devlet adamlıklarını” ortaya asıl koyan şey ciddi bir kriz sırasında gösterdikleri performanstır. Bu nedenle Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nu İsrail ile yaşanan krizdeki performansından dolayı kutlamak gerekiyor.
Bize göre Sayın Davutoğlu, bu krizde salt parti çıkarlarını kollayan bir “iktidar aklı” ile değil, Türkiye’nin global çıkarlarını kollayan bir “devlet aklı” ile hareket etmiştir.
Buna karşın, AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik’in, somut delil yokken, İskenderun’daki PKK saldırısı ile İsrail’in Gazze’ye giden yardım konvoyuna yaptığı saldırı arasında bağ kurması “iktidar aklının” bir yansımasıdır.
Çelik, PKK saldırısından sonra AKP’ye karşı özellikle şehit cenazelerinde ortaya çıkacak tepkilerin dozunu bu yoldan hafifletmeye çalışmıştır. Davutoğlu ise bu iki olay arasında bir bağlantı olduğunu kanıtlayacak delillerin olmadığını söyleme cesaretini gösterebilmiştir.
Aslında Davutoğlu’nun İsrail saldırısından sonra yaptığı tüm açıklamalarda bu devlet aklını görmek mümkün. Kendisi bu krizin başından itibaren kararlı, ölçülü, dayanaklı fakat fevri olmayan makul bir yaklaşım sergilemiştir.
Güvenlik Konseyi’nde İsrail’i
İsrail’in yarattığı vahim olayda doğruları ortaya koymak gerekiyor. Gazze’ye giden konvoy sadece bir “yardım konvoyu” değildi. Konvoyun asıl hedef İsrail’in Gazze’ye uyguladığı yasa dışı ablukaya dikkat çekmekti. İsrail’in açık denizlerdeki korsanlığı sayesinde bu amacın misliyle hâsıl olduğu söylenebilir. Ama ne yazık ki insan hayatı açısından bunun maliyeti de çok yüksek oldu.
Bu kabul edilmez maliyete rağmen Gazze’ye İsrail tarafından uygulanan ablukanın kaldırılması konusu artık dünya gündeminin üst sıralarına oturdu. Bu arada İsrail’in uluslararası yalnızlığı daha da arttı. Türkiye’nin Güvenlik Konseyi’nden çıkmasını istediği sert tasarıyı yumuşatmış olsa da, ABD bile Konsey adına sonunda kabul edilen ve ablukanın kalkmasını isteyen “Başkanlık Açıklamasını” engellemedi.
Bu gelişmenin, 189 ülkenin geçen cuma günü İsrail’in nükleer programını şeffaflaştırması için yaptığı ortak çağrıdan hemen sonra gelmesi -ki, o çağrı da Washington tarafından desteklenmişti- İsrail açısından son derece olumsuz bir gelişmedir. Özetle, aşırı sağcı Netanyahu yönetiminin etrafındaki uluslararası çember giderek daralıyor.
Ama bunun somut neticeler vermesi için İsrail’e karşı cezai
New York’ta bir aydır devam eden ve nükleer silahların yayılmasının önlenmesini öngören konferanstan çıkan sonuç Ankara’yı memnun edecek niteliktedir. Zira konferansa katılan ülkelerden 189’unun kabul ettiği deklarasyonda, İsrail’in “Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması”nı (NPT) imzalaması isteniyor.
İsrail’in nükleer tesislerini denetime açmasını da talep eden deklarasyon, Ortadoğu’nun nükleer silahlardan arındırılması için 2012’de bir uluslararası konferans çağrısında da bulunuyor. Bunlar, Türkiye’nin de istediği şeyler. İsrail ise yalnız kalmış olsa da, “kötü niyetli bir girişim” olarak deklarasyonu anında reddetti.
Fakat, İsrail için bir sorun çıktı zira, deklarasyonu ABD de imzaladı. Bu da aşırı sağcı İsrail hükümeti için şok edici bir gelişme oldu. Burada ABD’nin arada kaldığı kesin. Zira, söz konusu deklarasyonu imzalamayı reddetseydi, NPT konusundaki siyaseti çökecekti.
Özetle, Washington bu konuda köşeye sıkıştı. Herkesin İran’ı konuşmasını isterken, İsrail konusunun ön plana çıkmasını engelleyemedi. ABD, buna rağmen, deklarasyon konusunda samimi olmadığını gösteren işaretleri de anında verdi.
Başkan Obama deklarasyonu “memnuniyetle” karşılasa