Başbakan Erdoğan’ın İsmet İnönü için yaptığı “Hitler” benzetmesini basit bir “patavatsızlık” olarak geçiştirmek mümkün değil. Aydın Doğan’ı “Al Capone”a benzemesi patavatsızlık olabilir, ama İnönü söz konusu olduğunda işin içinde çok daha derin nedenler var.
Türkiye’de aşırı dindar kesimin İnönü’ye karşı 10 yıllar boyunca besledikleri derin nefretin nedenlerini, Abdurrahman Dilipak’ın yıllar önce okuduğum “İnönü Dönemi” (Beyan Yayınları) adlı kitabında görmek mümkün.
Kendi çerçevesi içinde önemli bir araştırma olan bu kitaptan söz konusu nefretin ideolojik nedenlerini daha iyi anlıyorsunuz. Ne demek istediğimizi anlatmak açısından kitaptan alıntı yaptığımız aşağıdaki paragraf yeterli olacaktır herhalde:
“İsmet İnönü deyince, akla ilk gelen şeylerden biri de Lozan’dır. Lozan zafer mi, yoksa bir hezimet midir?.. Çeşitli yazarlar bu soruya yanıt aramışlardır. Mesela Kadir Mısırlıoğlu, Lozan’ın bir hezimet olduğu görüşündedir. Bu görüşünü, iki ciltlik incelemesinin sonunda şöyle özetler: Lozan, muazzam bir imparatorluk mirasının han-ı yağmasıdır! Türk’ün şahsında İslam’dan intikam alınarak, bütün bir İslam dünyasının başsız bırakılmasıdır!”
İnönü’ye karşı nefretin başlıca nedeni elbette ki laik düzeni katı bir şekilde uygulamasından kaynaklanıyor. Yukarıdaki alıntının son cümlesi en geniş anlamıyla ele alındığında bunu zaten kapsıyor. Fakat o cümle işi çok daha farklı ideolojik boyutlara taşıyor.
Erdoğan’ın İnönü’ye karşı duyduğu nefreti açıkça yansıtan “Hitler” benzetmesinin temelinde yatan ideolojik düşünce de bir ucu Atatürk’e dayanan -o son cümlede saklı. Özetle, Erdoğan bu sözleriyle ideolojik dünya görüşünü istemeyerek dışa vurmuştur.
Ancak bunu kendisi açısından en kötü zamanda yapmıştır. Zira anayasa paketindeki 8’inci maddenin AKP’den gelen ret oylarıyla düşmüş olmasında Erdoğan’ın bu benzetmesinin de rolü olduğunu düşünüyoruz. Sonuçta AKP içinde bile bazıları, kuşkusuz, “Bugün sıra İnönü’ye geldi, yarın Atatürk’e gelir” diye düşünerek bunu yadırgamışlardır.
Sonuçta AKP içinde herkes ideolojik bir misyon peşinde değil. Ayrıca parti içinde, İnönü’nün oluşturduğu “devletçilik” geleneğinden gelen ve özde Atatürk milliyetçisi olan insanlar da var. Bizim aklımıza hemen gelen, fakat isimlerini burada telaffuz etmek istemediğimiz bazı AKP’lilerin de “Hitler” benzetmesinden rahatsız olduklarını tahmin etmek bu nedenle güç değil.
Kısacası, Erdoğan ideolojik dünya görüşünü kendisi açısından en kötü zamanda dışa vurmakla kalmadı, çok önemsediği bir anayasa değişikliğinin düşmesine katkıda bulundu. Dahası, partisinin içinde huzursuzluğa yol açtı. Yani bir kez daha kendi ölçüsüz sözlerinin kurbanı oldu.
Burada İnönü dönemi tartışılmasın demiyoruz. Tarihçiler de zaten o dönemi hâlâ araştırıyorlar ve akademik değeri yüksek olan çalışmalar yapıyorlar. Örneğin Cemil Koçak’ın, “Türkiye’de Milli Şef Dönemi (1938-1945)” o dönemle ilgilenen herkes tarafından okunması zorunlu olan bir kitaptır.
Fakat “Milli Şef” dönemi tartışılırken dünyanın ve özellikle de Avrupa’nın o devirdeki nesnel gerçekleri de göz ardı edilemez. Dahası, Hitler’i hiçbir şekilde andırmayan İnönü’nün, gerçek diktatörlerin aksine, çok önemli bir özelliği var.
Tarihçi Bernard Lewis de bu özelliği her zaman ön plana çıkarmıştır. İnönü, kaybettiği zaman demokrasi uğruna gitmesini bilmiş ve AKP’nin de bugün nimetlerinden yararlandığı çok partili sistemin yolunu açmıştır. Bugün esas tartışılması gereken şey ise bizce çok farklı bir konudur.
O da, İnönü’den sonra gelen ve Başbakan Erdoğan ile AKP’nin de bugün “siyasi rehberleri” arasında saydıkları siyasetçilerin ve partilerin, İnönü tarafından önü açılan demokrasinin standardını yükseltmek için ne yaptıkları konusudur.