Belçika Parlamento’sunun Müslüman kadınların kamu alanlarında peçeli veya burkalı gezmelerine yasak getiren tasarıyı kabul etmesi İslam âleminde tepkiyle karşılandı. Aynen İsviçre’de referandumla getirilen minare yasağı gibi. Bu tür yasakların önümüzdeki dönemde Avrupa’da başka ülkelere de yayılacağı kesin. Gelişmeler bunu açıkça gösteriyor.
Bunların Avrupa açısından ne denli demokratik adımlar olduğu tartışmaya açık. Bize göre demokratik değil. Ancak, şeriatla yönetilen ülkelerle, İslami eğilimleri ağır basan kesimlerin bu tartışmaya katılma konusunda ne kadar ehil olduklarını da ciddi bir şekilde sorgulamak durumundayız.
Her toplumun elbette ki duyarlılıkları vardır. Bunlara da saygı gösterilmeli. Ancak, demokratik ülkelerde, bu duyarlıklara rağmen, sistemin zorunlu bir önkoşulu da hoşgörüdür. Özetle, karşınızdakinin söylemini, giyimini ve yaşam tarzını beğenmeyebilirsiniz. Hatta bunlardan nefret edebilirsiniz. Fakat size herhangi bir zarar yansımadıkça buna katlanmak zorundasınız.
Günümüz Avrupa’sına bakıp Müslümanlara karşı büyük bir hoşgörüsüzlük dalgasının gelişmekte olduğunu söylerseniz bilinmeyen bir tespitte bulunmuş olmazsınız. Batı’da, Yahudi düşmanlığındaki temel güdünün farklı bir dışavurumunu temsil eden “İslamofobi”nin hızla gelişmekte olduğu inkâr edilemez. Bununla mücadele edilmesi gerektiği ise aşikâr.
Ancak, burada temel bazı gerçekleri göz ardı edersek tartışma yarım kalmış olur. Bugün şeriatla yönetilen ülkelerde kadınlar istedikleri gibi giyinip gezemiyorlar. O topluma ait olmayan yabancı kadınların bile zorunlu olarak uymaları gereken katı giyim kuşam kuralları var.
Bu ülkelerde sevgilinizle sokakta masum bir şekilde el ele tutuşarak gezemezsiniz. 20 yıllık eşinize açıkta yanağından “Akşama görüşürüz sevgilim” öpücüğü veremezsiniz. Saçınızı başörtünüzün altından bir nebze göstermeye kalkarsanız başınıza bela alırsınız.
Bunları ısrarla yapmaya kalkarsanız, bu kez söz konusu ülkelerin birinde peşinize eli sopalı “Mutavva” denen adamlar düşer. Sizi dövüp yaka paça götürürler. Başka bir ülkedeyse “Besiç” denen silahlı zorbalar sizi hapse götürüp işkenceden geçirirler.
Dahası, Hıristiyan olarak o ülkelerde bir cemaat oluşturabildiyseniz, bir kilise açıp pazarları çan çalamazsınız. Bunu yapmaya kalktığınız an dünyanızı başınıza yıkmaya çalışanlarla karşılaşırsınız.
Bütün bunlar olmasaydı, o zaman İslam âleminin Avrupa’daki peçe, burka ve minare yasağına gösterdiği tepkiyi anlardık. Ama her zaman söylediğimiz gibi, cam evlerde yaşayanlar başkalarına taş atamazlar. Bu nedenle de, sözünü ettiğimiz ülkelerin ve kesimlerin Avrupa’daki bu yasakların “Demokratik mi, antidemokratik mi” olduğuna ilişkin tartışmada yerleri olamaz.
Buna rağmen bu ülkelerle kesimlerin Avrupa’daki bu yasaklara “antidemokratik” diye tepki göstermeleri tüm çifte standartların anasıdır. Tabii demokratik olmasına karşın aynı çifte standartları Türkiye’de de görmek mümkün. Avrupa’dan Müslümanlar için hoşgörü isteyenlerin kendi içlerindeki Hıristiyanlara nasıl davrandıkları ortada.
Öte yandan, “ülkenin imajı” uğruna, örneğin Akdamar’daki Ermeni kilisesinde ayin yapılmasına izin verildiğinde bu da ne zaman, ne kadar ve nasıl yapılacağına dair katı şartlara bağlanır. Bundan dolayı da o ayini yönetmek için din adamı bulmakta zorlanırsınız. Çünkü işin içindeki samimiyetsizlik anında sezilir.
Uzun lafın kısası, Avrupa’daki peçe, burka ve minare yasaklarına ikna edici bir şekilde “antidemokratik” olarak karşı çıkmanın sorumluluğu, inançları ne olursa olsun, sonunda gerçek demokratlara düşmektedir. Başka bir ifadeyle, sadece bir tarafa değil, iki tarafa da nesnel olarak bakıp antidemokratik uygulamalara eşit ölçüde karşı çıkabilenlere.
Kendi insanı veya dindaşı için istediği hakları başkalarından esirgeyenlerin ciddi bir inanırlılık sorunları olduğu ise ortada.