Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP Genel Başkanlığı’na olağanüstü bir destekle seçilmiş olmasının Türkiye’de sosyal demokratlar için yeni bir sayfa açmasını temenni edenlerdeniz. Ancak bu “yeni CHP’nin” AKP iktidarını ne kadar zorlayacağını şimdiden söylemek de zor.
Bunu görmemiz için yine de çok beklememiz gerekmeyecek. Zira yakında seçimlerin “sath-ı mahalline” giriyor olacağız. Partilerdeki hesaplar da şimdiden buna göre yapılmaya başlandı.
Başka bir deyişle, CHP’nin sloganların ötesine geçip sözlerini somutlaştırması için kaybedecek zamanı yok. Partinin yeni kurmaylarının kendilerini kurultay zaferinin “mistiğine” kaptırıp, “bu iş oldu” havasına girmeleri ise yeni pişmanlıklara zemin hazırlayacaktır.
Kılıçdaroğlu’nun seçilmesinin, CHP açısından başarısız bir dönemin kapatılıp başarılı bir dönemin açılması için ciddi bir siyasi potansiyel yarattığı da elbette ki yadsınamaz. Onun için biz de bu gelişmenin Başbakan Erdoğan açısından çok da memnun edici olduğunu sanmıyoruz.
Fakat, dediğimiz gibi, bu siyasi potansiyelin gerçeğe dönüştürülmesi için CHP’nin şimdiye kadar gösterdiği performansın çok ötesine geçmesi gerekecek. Sonuçta, siyasi vaatlerde bulunmakla bunları hayata geçirmek çok farklı şeylerdir.
Kılıçdaroğlu’nun çalışandan ve üretenden yana güçlü söylemi, sosyal demokratlar açısından çok önemliydi. Baykal’ın CHP’si bu boyutu unutarak kendisini -hem parti içinde, hem de parti dışında- bir “seçkinler hareketine” dönüştürmüştü.
Oysa “soysal demokrat” olma iddiasındaki bir parti olarak CHP’nin, Türkiye’de var olan ciddi sosyal adaletsizliklerin üzerine gidip, oy potansiyelini arttırması gerekirdi. Sonuçta öyle bir ülkede yaşıyoruz ki, Başbakan kalkıp, zamanında gerekli tedbirler alınsaydı ölümlerin önlenebileceği bir maden faciasını, işletmecinin “kriminal ihmaline” değil “madencinin kaderine” bağlıyabiliyor.
Aynı Başbakan, Türkiye’nin dünyanın 16’ncı en büyük ekonomisi olmasından dolayı böbürleniyor, ama Türklerin uluslararası geçim düzeyi listelerinde niçin başlarda değil, sonlara yakın bir yerde olduklarını açıklama gereğini duymuyor. Aynı şekilde, çocuk ölümleri açısından Türkiye’nin geri kalmış Afrika ülkeleriyle yarışıyor olmasından gocunmuyor.
Neden? Çünkü bu konularda bilinçli bir şekilde hesap soran yoktu bugüne kadar da ondan. Baykal’ın CHP’si de meydanı tümüyle boş bırakmıştı. Ne TEKEL işçilerine doğru dürüst sahip çıktı, ne de -AB için de gerekli olan- sendikal reformlar için hükümete siyasi baskı uyguladı.
Söz AB’den açılmışken, Kılıçdaroğlu’nun kurultay konuşmasında dış politika konusunda söyledikleri şeylerin çok heyecan verici olduğunu söylemek zor. Konuşmasının en zayıf halkası buydu bizce. Oysa, örneğin AB konusunu ele alırken, üyelik perspektifinin Türkiye için sendikal hakların güvence altına alınmasından, daha iyi sağlık ve eğitim altyapısının oluşturulmasına kadar birçok somut nedenle zorunlu olduğunu vurgulayabilirdi.
CHP’nin, özellikle AB ve Kıbrıs gibi konularda, herhangi bir sonuç getirmeyen “ulusalcı” söylemden uzaklaşıp, dünya gerçekleriyle uyumlu, aynı zamanda da ülkenin uzun vadeli çıkarlarını kollayan “yapısalcı” ve “işlevselci” bir söyleme yönelmesinin şart olduğunu düşünüyoruz.
Bu nedenle de Kılıçdaroğlu’nun CHP için, bugüne kadar görülen “reaktif ekip” yerine, “proaktif” ve “yapıcı” bir “diplomasi ekibi” oluşturması gerekiyor. Sosyalist Enternasyonal’de Baykal yönetiminin CHP’ye kaybettirdiği itibarı da ancak bu şekilde geri alabilir.
Basında Uğur Ziyal ve Nabi Şensoy gibi zamanında çok önemli işler başarmış olan emekli büyükelçilerin isimleri geçti. CHP dış politikasını bu kalibredeki insanların yardımıyla oluşturabilirse, hükümete bu açıdan da ciddi ve inandırıcı bir muhalefet sağlayabilir.
Uzun lafın kısası, sosyal demokratlar olarak Kılıçdaroğlu rüzgârından çok memnun olabiliriz, ama daha yolun başındayız ve yapılacak çok iş var.