Hamas yanlısı Türkiye’ye masada yer yok

5 Eylül 2010

ABD’nin baskısıyla hafta içinde Washington’da yeniden başlayan İsrail-Filistin barış görüşmeleri konusunda umutlu olmak zor. Buna rağmen, Sami Kohen’in de işaret ettiği gibi, bu “zoraki zirveye” yine de bir şans tanımak gerekiyor.
Sonunda bakarsınız beklenmedik bazı gelişmeler sayesinde daha önce olmayan bu kez olur. Burada üzerinde esas durmak istediğimiz husus ise bu görüşmelerin “şekli” ile ilgili. Obama Yönetimi, Ortadoğu barışı için Mısır ve Ürdün ile çalışmak istediğini bu vesileyle gösterdi.
“Bölgedeki itibarı yükseldiği” söylenen Türkiye ise bu işin içinde görünmüyor. Oysa sadece bir yıl önce Türkiye, Obama yönetimi tarafından bile, arabulucu olarak etkinliği artan olumlu bir yeni bölgesel güç olarak alkışlanıyordu.
Davos’tan bu yana yaşanan ve Türkiye’yi bugün artık Ortadoğu ihtilafında “taraf” yapmış olan gelişmeler ışığında bunun şaşırtıcı olmaması gerekiyor. Zira Türkiye’nin etkin bir arabulucu olması için “bitaraf” olması gerekirdi.
Burada hep yazdık. Ortadoğu sokaklarını umuda ve heyecana sevk edebilirsiniz, fakat demokrasiden eser olmayan bölgede sonunda kurulu düzeni temsil edenlerle çalışmak zorundasınız. Bu bölgenin acı gerçeklerinden biridir. Bunların

Yazının Devamı

Türkiye-AB bütünleşmesi devam edecektir

2 Eylül 2010

AB hedefimizi tartışırken hiçbir zaman “AB’nin işi bitti” demedik. Son yazılarımızla söylemeye çalıştığımız şuydu: AB artık eski AB değil. Türkiye üyelik için gerekli koşulları yerine getirse bile, Avrupa’daki koşullar değişti. Türkiye’nin üyelikten sağlayacağı maddi yarar da azaldı.
Türkiye’de değişim ise artık AB’den çok ülkenin kendi dinamiklerinden kaynaklanıyor. AB sayesinde Türkiye’de yasal müktesebatın çağdaşlaştırılması yönünde önemli adımlar atıldı, atılmaya da devam edecektir. Bu yadsınamaz bir kazanımdır.
Ancak bu yasal adımların uygulanması sonuçta Türkiye’nin iç dinamiklerine bağlı. Öte yandan, AB perspektifi “tökezlese” bile, Türkiye’deki değişim süreci devam edecektir, zira “Pandora’nın Kutusu” artık açılmıştır.
Bu arada, yaşadığı krizler nedeniyle Avrupa’nın daha da içine kapanacağını tahmin edenlerin sayısı artıyor. Georgetown Üniversitesi profesörlerinden Charles Kupchan bunlardan sadece sonuncusu.
Yazısı 29 tarihli Washington Post gazetesinde yayımlanan Kupchan, AB’nin geleceği için çizdiği karamsar tablodan sonra şunları belirtiyor:
“60 yıl önce Avrupa’nın kurucu babaları Jean Monnet, Robert Schuman ve Konrad Adenauer’dı. Bugün tehlikeli bir şekilde

Yazının Devamı

Değişimin lokomotifi AB hedefi mi?

30 Ağustos 2010

AB hedefimizi tartıştığımız son iki yazımıza bir okurumuz, “Memlekette neler oluyor, sen AB’yi yazıyorsun” diye tepki göstermiş. Bu cümle aslında her şeyi özetliyor.
Son “Eurobarometer” yoklamasına göre üye ülkelerde bile AB’ye inanç yüzde 49’lara düşmüşken, bu oranın Türkiye’de de çok parlak olmadığı ortada.
Özetle, ağzınızı açıp “AB” dediğiniz anda insanlardan, “hadi sen de” türünden tepkiler alıyorsunuz. Mevcut hararetli siyasi ortamdaysa hiçbir siyasetçinin “AB perspektifimiz” hakkında söz sarf ettiğini duymuyoruz. Kısacası, “AB üyeliği hedefi” bir “devlet politikası” olsa bile, bunun Türk kamuoyunda canlı bir konu olduğunu söylemek zor.
Oysa normal şartlarda AB ile yatıp kalkıyor olmamız gerekirdi, çünkü bu yoldan gelmesi hedeflenen değişiklikler sonuç itibariyle herkesi ilgilendiriyor. Avrupa’dan Türkiye’nin üyeliği konusunda yansıyan olumsuzluklar elbette ki Türk halkının bu konudaki şevkini kırmıştır.
Fakat sorun sadece Avrupa kaynaklı değil. Türk insanı da AB’nin ne olduğu ve ne olmadığı konusunda yeterince bilgiye sahip değil. “Sokaktaki adam” açısından AB hâlâ “iş ve aş” anlamına geliyor. Demokrasi, özgürlükler, insan hakları gibi konuların üzerindeyse fazla

Yazının Devamı

Avrupalılar bile AB’ye artık inanmıyor

28 Ağustos 2010

AB hedefimizi tartışmaya açtığımız son yazımız üzerine “konunun erbabından” aldığımız mesajlar, bu meselenin zaten tartışılmakta olduğunu gösteriyor ki, bu sağlıklı bir gelişmedir. Zira o yazımızda dediğimiz gibi AB artık bildiğimiz AB değil. Türkiye’nin üyelik hedefinin özü itibariyle aynı kalması da bu durumda mümkün değil.
Bu, AB perspektifimizin önemini yitirdiği anlamına gelmiyor tabii, ancak bu perspektifte ince bazı ayarların gerekeceği ortada. AB bugün ciddi bir krizler yumağı ile boğuşuyor. Bunu hem siyasi, hem ekonomik, hem de sosyal açıdan söylemek mümkün.
Önce sosyal boyuta bakarsak, AB’nin kamuoyu yoklamaları kurumu “Eurobarometer”ın 26 Ağustos’ta yayınlanan son araştırması görüntüyü net bir şekilde ortaya koyuyor. Buna göre Avrupalıların sadece yüzde 49’u ülkelerinin AB üyeliğinden yarar sağladığına inanıyor ve sadece yüzde 42’si AB kurumlarına güveniyor.
AB’nin imajının en kötü olduğu ülkelerin başındaysa Yunanistan, Portekiz, İspanya, Romanya, İtalya ve Lüksemburg geliyor. AB üyeliğine otomatik olarak alınması beklenen İzlanda’da da dahi, bu üyeliğin yararlı olacağına inananların oranı sadece yüzde 19.

Acı haplar AB’den soğutacak
Bu olumsuz görüntünün

Yazının Devamı

AB hedefimizi tartışmalıyız

25 Ağustos 2010

AB üyeliği her zaman bir “devlet politikası” olarak görülmüştür. MHP bile bu üyeliğe soğuk bakışını ancak, “AB’de onurlu üyeliğe evet” söylemiyle yansıtabilmiş, “AB üyeliğine karşıyız” diyememiştir. Bunun tek istisnası, “sizi gidi Batı taklitçileri” görüşüyle ünlenen Erbakan ve takipçileridir.
Ancak, Erbakan’ın yanında bulundukları sırada bu yaklaşımı benimseyen fakat bugün ülkeyi yöneten siyasetçiler bile artık AB üyeliğinden yana tutum almaktadırlar. Bu nedenle, AB’den Türkiye’ye esen soğuk rüzgârlara rağmen, hükümet “üyelikten vazgeçmek yok” politikasını ısrarla sürdürmektedir.
Başka bir parti iktidarda olsaydı o da “eşyanın tabiatı” gereğince aynısını yapmak zorunda kalırdı. Sonuçta Avrupa ile 50 yılı aşkın bir süredir oluşan ve farklı oranlarda olsa bile iki tarafın yararlandığı bağlardan söz ediyoruz.
Fakat bugün AB artık bildiğimiz AB değil. Avrupa bugün başta “göçmen istilası” korkusu olmak üzere, çeşitli vehimlerle giderek içine kapanan ve hızla ırkçılığa kayan bir kıta haline geliyor. İtalya’dan sonra Fransa’nın -aslında “AB vatandaşı” olan- Romanları geldikleri AB ülkelerine toplu halde iade etmeleri bunun en açık göstergesidir.
Fakat iş bununla da bitmiyor.

Yazının Devamı

ABD’de sorun yönetimden çok Kongre’de

23 Ağustos 2010

Türkiye referandum kavgasına gömülmüşken, haftanın önemli dış politika gelişmelerinden biri, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu başkanlığındaki heyetin Washington temaslar olacak.
Hükümet kanadından yapılan açıklamalara bakılırsa Sinirlioğlu, ABD’li muhataplarını, iki ülkenin genel hedeflerinin aynı olduğu, farklılığın ise yöntemden kaynaklandığı konusunda ikna etmeye çalışacak.
Bu formül tutacak mı bilemiyoruz, ancak eskisi gibi olmayan Türk-ABD ilişkilerinin ciddi şekilde tamire muhtaç olduğu kesin. Zaten böyle olmasaydı Sinirlioğlu başkanlığındaki “ikna heyeti” bu misyona soyunmazdı.
ABD dışişleri bakanlığında Türkiye’deki gidişatı değerlendirmek üzere kısa bir süre önce yapılan ve içeriği basına - kuşkusuz kasıtlı olarak - sızdırılan toplantı da zaten, Obama yönetiminde AKP iktidarı konusunda bazı soruların sorulduğunu ortaya koymuştu.
Ancak, İran oylaması ve Mavi Marmara olayı sonrasında Erdoğan hükümetine ne kadar kızarlarsa kızsınlar, Başkan Obama ve Dışişleri Bakanı Clinton, başta Irak ve Afganistan olmak üzere, bir dizi nesnel nedenden dolayı Türkiye ile iyi geçinmek zorunda olduklarını biliyorlar.
Bu nedenle Sinirlioğlu heyeti ile yapılan

Yazının Devamı

Netanyahu’nun hesaplı çıkışı

14 Ağustos 2010

Bugün Mavi Marmara meselesine tekrar değineceğiz, zira bu konuda günübirlik gelişmeler yaşadık bu hafta. Her şeyden önce, BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon’un, kurduğu “Palmer Paneli”nin İsrailli askerleri de sorgulayacağını çağrıştıran ifadelerinden sonra açıklama yapan BM Sözcüsü Martin Nesirky, bunun böyle olmadığını ortaya koydu.
Nesirky, Genel Sekreterin pazartesi günkü sözlerinden sonra yaptığı açıklamada, bir hafta önceki sözlerini tekrarlayarak, Palmer Paneli’nin “kriminal sorumluluk saptamaya çalışan bir panel olmadığını” yineledi. Nesirky, panelin görevinin, İsrail ile Türkiye’nin verecekleri bilgiler ışığında, bunun gibi olayların bir daha yaşanmaması için nelerin yapılması gerektiğini rapor etmek olduğunu da tekrarladı.
Kısacası, bu panelden Ankara’nın istediği gibi İsrail’i suçlayacak bir sonucun çıkması hâlâ zor görünüyor. Olayın sorumluluğu tespit edilecekse bile, bu çok büyük bir olasılıkla taraflar arasında paylaştırılacak. Bu da bizi İsrail Başbakanı Netanyahu’nun İsrail’de Mavi Marmara olayını soruşturmak için tek taraflı olarak kurulan “Turkel Komisyonu”na söylediklerine getiriyor.
Netanyahu’nun burada hesaplı olarak dile getirdiği bir hususun Palmer

Yazının Devamı

Ban ki Moon bu işin altından kalkamayacak

11 Ağustos 2010

Gelişmeler BM Genel Sekreteri Ban ki Moon’un Mavi Marmara soruşturması meselesinin altından kalkamayacağını gösteriyor. Her şeyden önce kendi kurduğu ve dün görevine başlayan dört kişilik “Palmer Paneli”nin yönergesinin ne olduğunu net bir şekilde söyleyemiyor.
New York’ta 2 Ağustos’ta basın toplantısı düzenleyen sözcü Martin Nesirky, “Bu bir soruşturma kurulu mu, yoksa bir gözden geçirme paneli mi?” sorusunu yanıtlarken şunları söyledi:
“Her şeyden önce bu bir kriminal soruşturma değil. (Panelin) Görevi olanlar hakkında ve bunların hangi çerçevede gerçekleştiğine ilişkin gerçekler hakkında tespitlerde bulunmak, ayrıca gelecekte benzeri olayların önüne geçilmesi için öneriler sunmaktır.”
Nesirky, panelin Türkiye ve İsrail tarafından yapılan ulusal soruşturmaları inceleyeceğini ve taraflardan gerekli ek bilgileri isteyeceğini belirtirken, bunun “bir kriminal soruşturma olmadığını altını çizerek tekrarladı.
“Kriminal kusur bulunursa ne olacak?” sorusa karşısında ise “Buna Genel Sekreteri’nin karar vereceğini” söylemekle yetindi. Nesirky’nin sözleriyle ABD’nin BM Büyükelçisi Susan Rice’ın bu panel hakkında dile getirdiği ve Ankara’yı kızdıran görüşlerinin örtüştüğü

Yazının Devamı