AB hedefimizi tartışmaya açtığımız son yazımız üzerine “konunun erbabından” aldığımız mesajlar, bu meselenin zaten tartışılmakta olduğunu gösteriyor ki, bu sağlıklı bir gelişmedir. Zira o yazımızda dediğimiz gibi AB artık bildiğimiz AB değil. Türkiye’nin üyelik hedefinin özü itibariyle aynı kalması da bu durumda mümkün değil.
Bu, AB perspektifimizin önemini yitirdiği anlamına gelmiyor tabii, ancak bu perspektifte ince bazı ayarların gerekeceği ortada. AB bugün ciddi bir krizler yumağı ile boğuşuyor. Bunu hem siyasi, hem ekonomik, hem de sosyal açıdan söylemek mümkün.
Önce sosyal boyuta bakarsak, AB’nin kamuoyu yoklamaları kurumu “Eurobarometer”ın 26 Ağustos’ta yayınlanan son araştırması görüntüyü net bir şekilde ortaya koyuyor. Buna göre Avrupalıların sadece yüzde 49’u ülkelerinin AB üyeliğinden yarar sağladığına inanıyor ve sadece yüzde 42’si AB kurumlarına güveniyor.
AB’nin imajının en kötü olduğu ülkelerin başındaysa Yunanistan, Portekiz, İspanya, Romanya, İtalya ve Lüksemburg geliyor. AB üyeliğine otomatik olarak alınması beklenen İzlanda’da da dahi, bu üyeliğin yararlı olacağına inananların oranı sadece yüzde 19.
Acı haplar AB’den soğutacak
Bu olumsuz görüntünün AB’nin yaşadığı ekonomik kriz nedeniyle “konjonktürel” olduğunu savunanlar var. Ancak bu kriz sonrasında AB ekonomisinde istenen işlevsel kolektif yapılanmayı oluşturmak yıllar alacak. Bu arada yutulması gereken acı haplar halkları AB’ye karşı daha da soğutacaktır.
Öte yandan AB’de ekonomik ve sosyal krizlerin iç içe girdiğini görüyoruz. Ekonomik endişeler ve işsizlik gibi konular birliğin daha da genişlemesi fikrine tepkiyi doruğa çıkarırken, aynı zamanda İslam ve yabancı düşmanlığı gibi olguları da giderek körüklüyor.
Siyasi krize gelince, “Avrupa Anayasası”nın Fransa ve Hollanda halkları tarafından reddedilmesinden sonra ortaya çıkarılan Lizbon Antlaşması hâlâ istenen şekilde hayata geçirilebilmiş değil. Euro’nun geleceği ile cebelleşen Avrupa’nın buna ayıracak çok da vakti yok şu anda.
Bu durumda AB ne ortak iç siyasi düzenlemeleri, ne ortak dış politikasını, ne de ortak savunma politikasını oturtabilmiş değil henüz. Yugoslavya krizi, iki Irak savaşı ve Gürcistan krizine baktığımızda, AB’nin bu açılardan zayıf konumu ortada. Uzun lafın kısası, “Avrupa Birleşik Devletleri” hayali görülemeyen bir bahara ertelenmiş durumdadır.
Birliğin 10 yıl sonrası belirsiz
Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, Almanların kendilerini rahatlatmak için kullandıkları “Türkiye’nin üyelik müzakereleri açık uçlu” yaklaşımı aslında AB’nin kendisi için geçerlidir. Birliğin 10 yıl sonra ne şekil alacağı, Türkiye’nin bir gün üye olup olamayacağı konusu kadar belirsiz.
Bu arada, Fransa’nın Türkiye’nin önüne yerleştirdiği somut engellerin önümüzdeki 10 yıl zarfında aşılmasını beklemek de bizce pek gerçekçi değil. Türkiye aleyhtarı Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin daha iki yıl görev süresi var. Bu süre dolduğunda karşısına çıkacak adayların Türkiye söylemlerindeyse köklü bir değişim beklemek saflık olur.
Kısacası, Sarkozy 2012’de kazansa da kaybetse de Fransız kamuoyunun Türkiye’nin AB üyeliğine bakışında bir değişim olmayacaktır. Bu Fransızların temel korkularıyla ilgili bir olgudur ki bunların başında İslam ve kontrolsüz göç fobisi geliyor.
Avrupa’daki siyasi, ekonomik ve sosyal sorunlar derinleştikçe bu tür tutumlar daha da kemikleşecektir. Bu durumda, Türkiye ile üyelik için müzakere edilebilen fasılların hepsinde sonuca varılsa bile, Fransa’nın beş temel fasıl üzerindeki blokajını kaldıracağına dair hiçbir işaret yok.
Buna tabii ki Kıbrıs Rum kesiminin şantaj uğruna bloke edeceği fasılları da ilave etmek gerekiyor. Acı gerçek şu ki, müzakere edilebilecek fasılların sayısı azalıyor ve diplomatlar bunların sonuna varıldığında ne olacağını bilemiyorlar. Sadece klasik bir benzetmeyle “pedalını döndürmezseniz bisiklet ayakta kalamaz” diye tekrarlayıp duruyorlar.
Bir sonraki yazımızda konuya devam edeceğiz.