Mavi Marmara baskınından sonra tartışmalı bir konuma düşen İHH’nın posta listesinde biz de varız. Yayınları bu nedenle periyodik olarak elimize geçiyor. Bunlardan anladığımız kadarıyla hayırlı ve yararlı işler yapıyorlar.
Öte yandan, kuruluşun “İslami” özelliği de ortada. Resmi internet sayfasından da görüleceği gibi, faaliyetlerinin önemli bölümü de zaten İslam âlemine dönük.
Özetle, bizim Kızılay’ın yanı sıra, “Care”, “Concern” veya “Oxfam” gibi “dinlerüstü” bir uluslararası yardım kuruluşu değil. Ancak, bunda yadırganacak bir şey yok. Bu özelliği ile “Caritas” veya “Lutheren World Relief” gibi önemli Hıristiyan yardım kuruluşlarıyla aynı sınıfa giriyor.
İster Müslüman, ister Hıristiyan olsunlar bu tür kuruluşların bir “misyoner” yanı olduğu da inkâr edilemez. Bu arada, İHH bayrağı taşıyan Mavi Marmara’da bulunanların kendilerine sürekli olarak “aktivist” olarak atıfta bulunmaları da dikkat çekmişti.
Özetle, İHH’nın, yaptığı hayır işlerinin yanı sıra İslami bir “aktivist” yanı olduğu da ortada. Bu yüzden de Mavi Marmara olayının İHH’ya pahalıya patlayacağını gösteren işaretler artıyor. Zira bu kuruluş, tüm Batılı ülkelerin yanı sıra Müslüman azınlıklarıyla sorunu olan
Cumhurbaşkanı Gül’ün sık sık söylediği bir şey var. Geçen hafta Slovenya yolunda uçakta bunu tekrarladı. Gül, Türkiye’nin Batılı aidiyetini “değerlerde” buluyor. Avrupalıların bu değerlerin Türkiye’deki gelişimine bakmaları gerektiğini söylüyor.
“Eksen kayması” tartışmalarına da böyle yanıt veriyor.
Bizce bu doğru, ancak bunun sadece dışarıda değil, içeride de iyi anlaşılması gerekiyor. Hatta bize sorarsanız içersi daha önemli. ABD ve AB sonuçta konuya faydacı/yararcı bir açıdan bakıyor. “Türkiye’yi kim kaybetti?” tartışmaları da bunu gösteriyor. “Kayıp edilen bir Türkiye’nin işe yaramayacağı” anlamı çıkıyor bundan.
Oysa konu çoğu Avrupalı veya Amerikalının anlamak için çaba sarf etmek istemedikleri ölçüde karmaşık. Bu Türkler için de önemli ölçüde geçerli. Bizde de bu yüzden “Hıristiyan kulübü” tartışmaları sürüyor. Oysa durum daha geniş bir bakış açısı gerektiriyor.
Her milletin veya milletler grubunun kültür ve din nedeniyle kendilerine has dünya görüşleri ve yaşam tarzları vardır. Bunu Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında gördüğümüz kadarıyla, “Slav” ve “Germanik” ırklar arasında veya Katoliklerle Ortodokslar arasında da görüyoruz.
Özetle, Türklerin “Almanlaşma” veya
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Slovenya’ya yaptığı resmi ziyaretten dönerken, uçaktaki gazetecilere son günlerde tekrar tartışmalara neden olan YÖK ve rektör atamaları konusunda açıklamalarda bulundu.
12 Eylül’den kalma bugünkü YÖK sisteminin mutlaka değişmesi gerektiğini söyleyen Gül, “üniversitelerin Türkiye’nin en geri kalmış kurumları olduğunu” belirtti. Cumhurbaşkanlığı sırasında kendisini en çok rahatsız eden şeyin rektör atamaları olduğunu kaydeden Cumhurbaşkanı Gül şunları söyledi:
“Bugünkü YÖK sistemi 12 Eylül’de o dönemin bir tepki yasası oldu. 30 sene geçmiş inanılmaz değişiklikler olmuş, ama üniversite sistemimiz hâlâ o. Bu doğru değil. Üniversiteler Türkiye’de toplumun en geri kalan kurumları oldu.”
Gül, Türkiye’de iyi üniversitelerin olduğunu teslim etmesine karşın sözlerine şöyle devam etti:
“ODTÜ ve Boğaziçi ile Anadolu’da herhangi bir üniversiteyi aynı statüde, aynı kurallarla, aynı yöntemlerle yönetirseniz, hepsinin aynı çizgide olmasını isterseniz bu gerilemek anlamına geliyor üniversitede. Yoksa ‘üniversiteler Türkiye’de geri kaldı’ derken üniversite hocalarını, üniversiteleri suçlamıyorum. Sistemden dolayı böyle oldu.”
Türkiye’deki rektörlerde bir vali,
Cumhurbaşkanı Gül: Yeni bir anayasanın çok zor olduğunu düşünmüyordum. Temel meselelerde ortak görüş olduğu kanaatindeyim. Fakat TBMM böyle karar verdi
MİLLİYET LJUBLJANA
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Türkiye’de anayasa paketinin hararetli tartışmalara neden olduğu bir sırada “Yeni bir anayasa yapılsaydı daha iyi olurdu” dedi. Terör konusuna da değinen Gül, devletin güç gösterisinde bulunan terör örgütünden daha güçlü olduğunu göstermek zorunda olduğunu kaydetti.
Buna rağmen demokratik açılım çerçevesinde reform sürecinin devam edeceğini söyleyen Gül, başta İsrail ve İran olmak üzere dış konulara da değindi. Gül, Türkiye’nin AB üyeliği fikrini benimsemiş olmasına rağmen “bütün sinerjisini toplayıp buna veremediğini” söyledi.
Cumhurbaşkanı Gül, resmi ziyaret için Slovenya’ya uçarken kendisine refakat eden az sayıdaki gazetecinin sorularını yanıtladı. Anayasa değişikliği paketi konusuna değinen Gül, referandum ile ilgili kararın alındığını ve bundan böyle halkın ne diyeceğine bakmak gerektiğini söyledi.
Görmemek vicdansızlık olur
Başbakan Erdoğan Sırbistan ziyareti sırasında, BM Güvenlik Konseyi’nin yapısının adil olmadığını söyleyerek bu durumun değişmesi gerektiğini vurgulamış. Konunun bugün dünyada tartışıldığını belirterek de doğru bir tespitte bulunmuş.
Güvenlik Konseyi’nin yapısı ile ilgili tartışmadan haberdar olan Başbakan Erdoğan, bunun ne denli çetrefil ve içinden kolay çıkılmaz bir konu olduğunu da herhalde biliyordur.
Zira Güvenlik Konseyi’nin yapısının değişmesini, kendilerine göre nedenlerle “bloke edenler” sadece “Batılı üyeler” değil. Rusya ve Çin de imtiyazlı konumlarından kolay vazgeçecek değiller.
Erdoğan’ın tutumunu anlıyoruz. AKP iktidarı, Türkiye’nin İran konusunda Güvenlik Konseyi daimi üyeleri nezdinde hiçbir etki yaratamadan Brezilya ile birlikte yalnız kalmış olmasını hazmedemiyor.
Buna Mavi Marmara baskını için Güvenlik Konseyi’nden istenen kınama tasarısının çıkmamasının, bunun yerine daha az ağırlıklı bir “Başkanlık Açıklaması”nın yayınlanmasının yarattığı hayal kırıklığı da eklenebilir.
Ancak, AKP iktidarı bu konuyu “misyon” edinecekse, Türkiye’nin neyle karşı karşıya olduğunu bilmekte yarar var.
BM ve tek “dişli” organı olan Güvenlik Konseyi, 2’nci Dünya Savaşı’nın
Suriye Devlet Başkanı Beşir El Esad’ın son açıklamaları özellikle AKP çevrelerindeki ezberleri bozacak niteliktedir. Bu kritik açıklamaların basınımızda neden fazla yer bulamadığını ise anlamak mümkün değil.
Burada sadece Esad’ın Türkiye’ye “İsrail ile ilişkileri koparmayın” uyarısından söz etmiyoruz. Esad bunun da ötesine geçip Türkiye’ye bölgede artık fazla bir rol kalmadığına inandığını gösteren açıklamalar yapıyor. Dahası bununla uyumlu adımlar atıyor.
Bunlara değinmeden önce sık sık belirttiğimiz bir hususu tekrarlayacağız. Suriye İsrail’in işgali ettiği Golan Tepeleri’ni geri alabilirse hem İsrail ile normal ilişkiler kuracak hem de ABD’nin bölgedeki en yakın dostlarından olacak.
Bu nedenle Suriye’yi, “İsrail imha edilsin” diyen ve siyasi varlığını ABD düşmanlığı üzerine oturtan İran’daki molla rejimi ile aynı kefeye koymak mümkün değil. Aksini iddia edenler Esad’ın Lübnan’da yayınlanan “As Safir” gazetesine geçen hafta verdiği demeci bulup okusunlar.
Aşağıdaki sözler Esad’ın o demecindendir:
“Pozisyonumuz sarihtir: Golan tepelerini tümüyle iade ettiğinde, İsrail ile tabii ki barış anlaşması imzalayacağız. İki ülke arasında ticaret ve turizm olmayacaksa o zaman o
Başkan Obama, Türkiye’nin Batı yanlısı dış politikasındaki değişikliğin faturasını Avrupa’ya çıkardı. İtalyan Corriere della Sera gazetesine verdiği demeçte, “Avrupa Türkiye’ye sırt çevirdikçe, Ankara’nın kendisine yeni müttefikler aramaya başlamasının normal olduğunu” söyledi.
Türkiye’de benzeri bir anlayışın geliştiğini görüyoruz. AB’den gelen çatlak sesler karşısında bunun da doğal olduğunu düşünüyoruz. Ancak dış politikada hissiyat ile gerçekleri birbirine karıştırmanın sakıncalarını da özellikle bugünlerde canlı bir şekilde görüyoruz.
Bu sadece Türkiye için değil, AB için de öyle. Vasat Avrupalının sırtından oy avlayan politikacıların Türkiye konusundaki popülist eğilimleri de zaten ayyuka çıktı.
Fakat günün sonunda, gelecekte olanları tayin edecek olan bu değildir. Her zamanki gibi, geleceği tayin edecek olan temel faktör, siyasi ve ekonomik dengelerin kürsel ölçekte alacağı beklenmedik yönlerdir.
Multirealizm ya da çok taraflılık
Örneğin, hiç beklemediği bir ekonomik çöküntü yaşayan Avrupa, ekonomisi giderek büyüyen Türkiye’ye artık daha olumlu bakma zorunluluğu ile karşı karşıyadır. Bu ırkçı Avrupalıların da hazmetmeleri gereken bir gerçektir.
İsrail ile büyüyen kavga Başbakan Erdoğan ile Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nu “Ortadoğu sokaklarının kahramanı” yapmış olabilir. Ancak bölgedeki Arap rejimler bundan artan bir endişe duyuyorlar, çünkü bu kavga işlerine gelmiyor.
Bu kavga aynı zamanda Türkiye’nin bölgedeki etkisini azaltıyor. Bunları Ankara’daki Arap diplomatlardan uzun süredir dinliyoruz. Ancak söylediklerini anlatmaya çalıştığımızda, “hadi sende” türünden eleştirilere maruz kalıyoruz.
Fakat zamanın gerçekleri ortaya çıkarma gibi nahoş bir özelliği var. Türk-İsrail ilişkilerindeki kötü gidişattan bölgedeki Arap rejimlerinin rahatsız olduğuna dair en somut işaret önceki gün -bölgenin kilit oyuncularından- Suriye Devlet Başkanı Beşir el Esad’dan geldi.
İspanya ziyareti çerçevesinde Başbakan Zapatero ile yaptığı ortak basın toplantısında konuşan Esad, İsrail ile Türkiye arasında yaşanan krizin “Ortadoğu’daki istikrarı olumsuz etkileyebileceğini” belirtmiş.
Esad bu çerçevede, “Türkiye ile İsrail arasındaki ilişki yenilenmezse, Türkiye’nin bölgedeki müzakerelerde bir rol oynaması çok zor olacaktır” diye konuşmuş.
Bunlar AKP çevrelerinde soğuk duş etkisi yaratacak sözlerdir. Esad’ın tüm varsayımları yıkan bu